Nevzat Tarhan: Toplumsal barış için af çıkacak
SuperHaber röportaj editörü Hülya Okur, 28 Şubat’ın kudretli isimlerince rahmetli eşinin başörtüsü nedeniyle mağdur edilen Üsküdar Üniversitesi Rektörü Nevzat Tarhan ile konuştu. Askeriyeden tıbbiyeye uzanan bilime adanmış bir isim olan Tarhan, Türkiye’nin en güncel konularından, bilimin en büyük uğraş alanı olan insan beynine kadar birçok konuda önemli açıklamalar yaptı.
Nevzat Tarhan’ın askeriye ile tanışması 14 yaşında Kuleli Askeri Lisesi ile başlıyor. Üniversite yılları Cerrahpaşa Tıp’ta geçen Tarhan’ın bir omzunda askeri rütbeler, diğerinde sağlık ve bilim adına okumakla, araştırmakla geçen yıllar var.
Bu süreç 28 Şubat’ın "irtica ile mücadele" adı altında mütedeyyin insanları hedefe aldığı dönemde zorunlu olarak sona eriyor.
FETÖ ordu içinde kökleşirken, eşinin başörtüsü bahane edilerek Nevzat Tarhan askeriyeden kopartılıyor.
Bundan sonraki tüm enerjisini bilime ve tıbba ayırıyor Tarhan.
Şu an kurucusu olduğu Üsküdar Üniversitesi’nin rektörü olarak bilime hizmetini sürdüren Nevzat Tarhan, Hülya Okur ile söyleşisinde eğitimden bilime, din ile bilim ayrışmasından FETÖ’ye... Mülteci sorunundan, S-400’lere kadar birçok konuda önemli mesajlar verdi.
21. Yüzyılı bilgelik çağı olarak nitelendiren Tarhan, "İnancına güvenen laboratuvardan korkmaz” diyerek ikisi arasına duvar örenlere meydan okuyor.
Nobel'e aday öğrenci yetiştirmenin ana projeleri olduğunun altını çizen Tarhan’a göre ilk ve orta öğretimde her gün ilk ders saatinin kitap okumaya ayrılması halinde zihinsel bir dönüşümün yaşanacağını vurguluyor.
Dünyada istisnasız tek gerçeğin ölüm olduğunun altını çizen Tarhan, tüm insanların ölümsüzlüğü arzuladığını belirterek buna ilişkin eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile aralarında geçen bir diyaloğu "Sessizce bana 'İmmortalite konusunda bir buluş var mı?' dedi. O düşünen bir insandı. O zaman 'Eyvah hiç görevi bırakmaya niyeti yok' dedim." sözleri ile aktarıyor.
“Eğitim sistemimizde gerçek din öğretilmediği için ‘FETÖ’ çıkmıştır” saptaması yapan Tarhan’a göre bilimin de din tezleri ile barışması lazım.
Üniversite yıllarında tanıştığı Bediüzzaman Said-i Nursi’nin politize edilmemesi gerektiğinin altını çizen Tarhan “Şahıslara biat olmaz davaya biat olur. Şahıslar değil sistem lider olmalı” diyor.
28 Şubat’ın bir tek FETÖ’ye dokunmadığının altını çizen Tarhan’a göre 15 Temmuz Atlantikçi bir darbe. Tarhan bu tezini "Pentagon’un içinde olduğu darbe. Giden subayları yetiştirdiler, darbe yapacak güce eriştirdiler. FETÖ ne ki, ilkokul mezunu birisi, o kadar kapasitesi yok ki, bütün dünyada okullar açsın, örgütü yönetsin. Gittiği yerde önünü açanlar var.” sözleri ile açıklıyor.
S-400’lerin alınmasını doğru bir karar olarak nitelendiren Nevzat Tarhan “Rusya’nın kucağına oturmayalım” uyarısında da bulunuyor.
Son günlerin moda tartışması olan Suriyeli mülteciler konusunda ise “Mültecileri almakla Anadolu’yu koruduk” diyor Tarhan. Ve bunun nedenini ise Aliya İzzetbegoviç’in kızının “Neden savaşıyorsunuz” diyen Türk politikacıya sarf ettiği “Beyefendi biz burada Bosna’yı değil İstanbul’u savunuyoruz, bunun farkında değil misiniz?” sözü ile izah ediyor.
Ve Tarhan çok önemli bir iddiada bulunuyor: Toplumsal barış için af çıkacak.
Hülya Okur-Nevzat Tarhan röportajının detayları ise şöyle:
“20. YÜZYIL BİLİM ÇAĞIYDI, 21.YÜZYIL BİLGELİK ÇAĞI”
“DÜŞÜNÜYORUM O HALDE VARIM, 'İNANIYORUM O HALDE VARIM'A DÖNÜŞTÜ”
Askeriye’den tıbbiyeye uzanan bir yolda, iman ile bilimi birleştirerek ilerlediniz. Öyle olduğu için mi arkanızda bıraktığınız yol da uzuyor? Öyle olduğu için mi yolun sonu görünmüyor?
1990’lı yıllarda psikoloji bilimi bir devrim yaşadı, bu devrimle ilgili "Descartes’in Yanılgısı" diye bir kitap yazıldı. Descartes, düşünüyorum öyleyse varım, pozitivizm her şeyi çözüyor gibi bir tez ortaya atmıştı. Bu tezle ilgili görüş değişmeye başladı. 90'lı yıllara kadar sadece akıl bilimsel kategori olarak görülürken 90'lı yıllardan sonra duygular da bilimsel kategori olarak kabul edildi. Çünkü nörobilimci tarafından duyguların beyindeki karşılıkları bulundu. 21. Yüzyılda da; sosyal beceriler ve manevi birikimler ön plana çıktı. 20. Yüzyıl “bilgi” çağıydı. 21. Yüzyıl “bilgelik” çağı olmak durumunda. 1. Aşama: Düşünüyorum o halde varım. 2. Aşama: Hissediyorum o halde varım. Şimdi: İnanıyorum o halde varım. İnanç bilimsel bir kategori. İnancın beyindeki karşılığı, insan inandığı zaman daha mutlu oluyor. Hayata anlam katma ve dinin teselli etme ihtiyacını hiçbir şey gideremiyor. Ontolojik felsefede varoluşu açıklayan iki tez vardır, biri yaratılış, diğeri evrim. Yaratılış bilimsel olmadığı için evrimi konuşuyorduk. Şu anda yaratılış bilimsel kategori artık.
“İNANCINA GÜVENEN LABORATUVARDAN KORKMAZ”
Hatta inanç laboratuarlarda…
Aynen inanç laboratuvarda. İnanç Psikoloji kitabımız, "Faith in the Laboratory" diye çevirdik. Bu tezi ilahiyattaki ekoller söylerdi. Pozitif bilimle uğraşanların böyle bir iddiası olmuyordu. Buna “Kanıta dayalı din” de diyebiliriz. İnancına güvenen insan laboratuardan korkmaz. Ben nöroteoloji diyorum. İlahiyattan aradılar, nöroteoloji mi, neoteoloji mi dediler? Dindeki kavramları laboratuara sokuyorsunuz. Bu bir iddiadır. Zaten akla ve bilime uygun değilse o tezin çürümesini göze almak gerekiyor. Din ile bilim birbirinin alternatifi değil, tamamlayıcısıdır.
Yani iman ile bilim birleşince hakikate yaklaşmak daha mümkün oluyor.
Aynen öyle.
“BEDİÜZZAMAN POLİTİZE EDİLMEMESİ GEREKEN BİR KİŞİLİK”
“Çağın Vicdanı Bediüzzaman” kitabını yazdığınızda “Onu incelerken keşfedilmemiş bir hazinede buldum kendimi. Yabancı bir gezegende dolaştığımı hissettim” demiştiniz. Bugüne kadar inandıklarınızda, tespitlerinizde, değer yargılarınızda bir değişim oldu mu? Hayatı anlamak için ortaya koyduğunuz çaba, ilk günden bu yana aynı mıydı?
Kuleli Askeri Lisesi'ndeydim, sonra Cerrahpaşa’da okudum. O dönemde sahaflardan eski kitapları okurdum, kitap okuyup araştırarak kafamdaki sorulara cevap aramaya çalışıyorum. Sonra meslek ve akademik hayatta devam ettirdim. Mevcut bilgiler insanı ikna etmiyor. Kendimi ikna etmek için paylaştım. Bediüzzaman; hem saltanatı, hem meşrutiyeti, hem cumhuriyeti görmüş birisi. 3 dönemi yaşamış. Ve bunun tecrübeleriyle eserler yazmış. Mesela daha kuantum dinamiği bulunmadan, 1920’lerde yazdığı zerre kitabında atomlardan bahsediyor. Orada elektro manyetik dalgaların Allah’ın varlığına kanıt olduğu yazıyor. O derece ileri bir görüş ki 100 sene önce yazmış.
Ama ondan da önce Kur'an-ı Kerim’in mucizeleri var tabii.
Tabii o, Kur'an-ı Kerim’deki mucizelerin tefsirini yapmış. Bu ilginçti. Keşfedilmemiş bir hazine gibiydi. Sadece kendi talebeleri, takipçileri okuyordu bilim çevresi farkında değildi. Bediüzzaman; kafa yorulması gereken, politize edilmemesi gereken bir kişilik. Onu gördüm.
“KUANTUMDA YARATICI LAZIM”
Bilim çevrelerinin Kuran’ın hakikatine vakıf olmaktan kaçınma çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
19’uncu yüzyılda sanayi devrimi ile birlikte, güç ve sermaye makinelere geçti. Elektriğin bulunmasıyla güç sahiplerinin eline geçti. Batı materyalizmle her soruna çare bulurken kuantum dinamiği ortaya çıktı. Materyalizm önce madde var, sonra soyut bilgi var, diyordu. Bilimde önce hipotez, proje ve sonra uygulama vardı. Kuantumda önce evren varoluş hipotezi lazım, yaratıcı, ondan sonra onun projesi ilim, uygulamaya geçmek için madde olması lazım. Madde burada sebep değil sonuç. O halde dış yaratıcı olması gerekir.
“OKULLARDA İLK YARIM SAAT KİTAP OKUTULURSA ZİHİNSEL DÖNÜŞÜM BAŞLAR”
Hayata dair kitabınız… Psikolojik sorunları çözmek için ipuçları ve öneriler veren rehber bir kitap. Peki insanlar psikolojik sorunlarını sadece bu rehberlerle çözebilirler mi, kitaptaki bilgiler kimlerin işine yarar?
Milli eğitim sistemimiz hiçbir şey yapmasa çocuklara kitap okumayı öğretse, emin ol, Türkiye’de eğitimle ilgili bir çok zihinsel dönüşümü başlatmış olur. İlkokul, ortaokul derse başlamadan önce yarım saat kitap okumalı. Köy Enstitüleri ilk başta bunu yapmış daha sonra politize olmuş. İlk ders kitap okuma olsa. Okuyan insan daha az hata yapıyor. Yanlışları sorgulayarak inanıyor. Bir konu açıldığı zaman entelektüel birikimi olan bir insan “neden” diye sorar. Entelektüel birikimi olmayan bir insan hemen savunmaya geçer. Bilgi beyinde taklit, tekrar yöntemiyle kaydediliyor ama ideal bilgisi neden-sonuç ilişkisi ile beyine kaydettirir. Eğitim sistemimizin bunu öğretmesi lazım.
“DEMİREL ÖLÜMSÜZLÜK BULUŞU VAR MI DİYE SORDU”
Aile, erişkin, genç, çocuk hatta beyin gibi alanlarda hala gelişmekte olduğunuzu, gelişmeye açık olduğunuzu görüyorum. İnsani değerlerle, ruh sağlığını eşleştirmek, ölümsüzlüğü bulmaktan daha mı değerli sizce?
Dünyada istisnasız olmayan tek gerçek, ölüm gerçeği. Bütün canlılar ölümlü. İnsanlar ölümsüzlüğü arzuluyor. Daha bulunmadı ama insanlarda ölümsüzlüğü arzulayan genetik bir kod var. İnsanlar yaşlandıkça yaşama arzusu daha da artıyor. Rahmetli Demirel, bizim 99 yılında Memory Center’ın açılışına geldi. Orada beyin haritaları gösterdik. Cevat Babuna hocayla ikimiz var. Sessizce bana “İmmortalite konusunda bir buluş var mı?” dedi. O düşünen bir insandı. O zaman “Eyvah hiç görevi bırakmaya niyeti yok” dedim. Ölümsüzlük arzusu insanda temel olarak var, insanda mükemmeli, güzeli, sonsuzluğu, gücü sevme duygusu var. Bu dört konuda metabilişsel gen araştırılıyor. Ölümün farkında olduğu için bu insanın sorumluluğunu da, kaygısını da arttırıyor. Varoluş anksiyetesi, "entel bunalımı" diye bir şey ortaya çıkıyor. Şu anda "entel bunalımı" Batı dünyasını ciddi bir şekilde etkiliyor. Hollanda’da tren en az yarım saat intihar vakası olduğu için dururmuş.
“BİLİMİN, DİN TEZLERİYLE BARIŞMASI LAZIM”
“ÖLÜMÜN AÇIKLAMASI, AKIL, BİLİM VE DİNİN BİRLEŞMESİYLE OLUR”
Entel bunalımlılar, en akıllı, en yetenekli, en iyi olduğuna inanan insanlar.. Değil mi?
Evet o insanlar bakıyor mutlu değilim, 10 sene böyle yaşayıp öleceksem diyor ve bitiriveriyor hemen. Ölümle ilgili bilime tanatoloji deniyor. Ümit duygusunu kaybetmeden ölümü öğretiyor. Bir insan ümit duygusunu kaybetmeden ölümü düşünürse hayattan zevk alıyor. Ümit duygusunu kaybetmemek için… Mitterand, Louvre müzesinin önüne piramit yaptırdı. Tanrı tanımazlık içinde. Görevdeyken prostat kanseri oluyor. 6 aylık ömrü kaldığını öğreniyor. Doktorlara bundan sonra ne olacak, gidin araştırın, diyor. O zaman felsefeciler, ilahiyatçılar araştırıyor. "Ölümün bitiş değil, zamanın kırılması oluyor, başka bir boyuta geçiyorsun" diye bir yorum yapmışlar. Aslında o zaman hayata ümit ve anlam veriyor. Ölüm açıklaması hayata anlam katıyor. Ölüme açıklama getirmek ancak akıl, bilim ve dinin birleşmesiyle olur. Bilimin dinlerin tezinin akla, bilime uygun olanlarıyla barışması lazım.
“AB STANDARTLARI KURUMSALLAŞMAYI SAĞLADI”
“TÜRKİYE’DE ADALETİ KURUMSALLAŞTIRMAMIZ GEREKİYOR”
“ŞAHISLAR DEĞİL, SİSTEM LİDER OLMALI”
“EĞİTİM SİSTEMİMİZDE GERÇEK DİN ÖĞRETİLMEDİĞİ İÇİN “FETÖ” ÇIKMIŞTIR”
Almanya’da mükemmellik merkezi kurma projeniz vardı. Mükemmele ulaştınız mı hocam? Mutluluğun olmasa da, mükemmelliğin formülü bulundu mu?
UNESCO’nun TWAS (The World Academy of Sciences) diye bir birimi var. Mükemmeliyet merkezlerini çalıştırıyor. Türkiye’de bir tek biz Üsküdar Üniversitesi mükemmeliyet merkezi ilan etti. Mükemmeliyet merkezİ, AB standartlarıdır. AB standartlarının Türkiye’ye kazanımı, kurumsallaşmayı sağlamıştır. Keyfiliği gidermiştir. Keyfilik bizim doğu hastalığıdır. Liderin dudağından çıkan iki kelamla her şey olabilir. Doğuda güç kanun ve kurallarda değil şahıslardadır. Bu doğu toplumunun hastalığıdır. Avrupa Birliği standartlarında bir fabrika kurallara uymak zorundadır. Ruh hastalığı ama İslam dininde bu yok. Biliyorsunuz Hz Peygamber'e zengin birinin suçunu affettirmek istiyorlar, “Bunu kızım Fatma yapsa aynı şekilde davranırdım” diyor. Bu düşünce bir devrimdir. Doğu toplumlarında bu daha sonra kaybedilmiş. Batı adaleti kurumsallaştırmış. Oranın yargı sistemi çok daha iyi işliyor ama bizden almışlar, kurmuşlar. Kurumsallaştırdıkları için şahıs gelse de delemiyor bu durumu. Türkiye'de adaleti kurumsallaştırmamız gerekiyor. O zaman güven ve sistem oluşur. Önemli olan, sistemin lider olması, şahısların lider olması değil. FETÖ neden bizim kültürümüzden çıktı? Masum imam anlayışı vardı. İnsanları imam diye bölmüş, bölge sorumlularına imam demiş, en sonunda da kendisini “kainat imamı” ilan etmiş. İslam’daki, Doğu kültüründeki masum imam kavramını alıp, eleştirilmeyen örgüt oluşturmuş. Dini kaynağından öğrenmeyen insanlar da ona tabi olmuş. Bizim eğitim sistemimizde din kaynağından öğretilmediği için yaz tatillerinde Kur’an kurslarından öğretilen dinle ancak FETÖ çıkar. Eğitim sistemimizde gerçek din öğretilmediği için FETÖ çıkmıştır.
“SALTANATTAN CUMHURİYETE GEÇME ÇİZGİMİZ DOĞRU”
AB’yi örnek almak yerine, bizden aldıkları modeli geri kazanmak gerekiyor.
Geri kazanmak. Yani bunun anlamı; sözünde durmak, kurallara uymak. Otokratik yönetimlerde şahsın dediği olur. Ama demokratik yönetimlerde sistemlerin, kuralların dediği olur. Şahısta kurallara uymak zorunda kalır. Demokratik sistemde kendi fikrini zorla kabul ettirme yoktur. Meclis, şura, danışma vardır. Otokratik sistemde bir kişinin iki dudağı arasındadır her şey. Aslında saltanattan, meşrutiyete oradan cumhuriyete geçme çizgimiz ilkesel olarak doğru. Ama uygulamada bakıyorsunuz eski saltanatın hastalıkları cumhuriyete de geçmiş.
“BİLİMSEL LİDERLİK, TAKIM LİDERLİĞİDİR”
“TÜRKİYE’DEKİ LİDERLİK SİSTEMİNDE LİDERİ KORUMAK GEREKİYOR”
Yine de toplumların bir lider ihtiyacı yok mu? Yani siz, "Beyninde en çok mutluluk hormonu salgılayan kişi kim?' deseler yaşadığı zorluklara rağmen olumlu olan 'Hz. Mevlana' derim, demiştiniz. Süleyman Demirel’e de güçlü hafıza ödülü vermiştiniz. Sayın Cumhurbaşkanımızın yerine geçecek bir lider kaygısı da hepimizin malumu.
Doğu toplumları gibi lider tipli toplumuz biz. Ruslar da bize benzer. Batı toplumlarında da lider tipi toplumlar vardır. Şu anda bilimsel liderlik, takım liderliğidir. Lider tabii önemli. Bir savaş kazanıldığı zaman başarı takımındır, başarısızlık liderindir. Çünkü başarısızlıklar liderlik hatalarından oluyor. Takım çalışmıyorsa, o problemi çözme sorumluluğu ona aittir. Geminin kaptanı odur. Asıl rol kaptandadır. Bunun etik kurallarında gemi karaya vuruyorsa, kaptan en son terk eden olur. Antalya’da bir uçak kaldı, bizim Türk kaptan kokpitten atladı, aynı tarihlerde Hudson nehrine bir uçak düştü, nehirde yüzerken kaptan bütün yolcuları kurtarıp en son çıktı. Hangisi ahlaki? Öbürünün adı Müslüman ama yaptığı Müslümanca değil ama diğerinin adı Müslüman değil ama davranış Müslümanca. Onun için şahıslar değil, kurumları ve kavramları analiz etmek lazım. Liderlikte de öyle. Kurum ve kavramların lideriyse o lider gerçek liderdir. Değilse o lidere sorgulayan kişi lazım. Hz. Ebubekir halife olduğu zaman: “Ben yanlış yapsam ne yapardınız? “ diye topluluğa soruyor. Hz. Ömer “Kılıcımla düzeltirdim” diyor. Hz. Ebubekir: “Rabbim böyle beni sorgulayan insanlar verdiğin için sana şükrediyorum. Bana hesap soran insanların olması benim için bir nimettir” diyor. Bir lider bu şuuru kaybederse, zaten büyük yangınlar küçük kıvılcımla başlıyor. Hz. Osman büyük bir halife, kıymetli bir insan ama halifeliğinin son zamanlarında akrabalarını koruyor. Onu Hz.Ömer’in oğlu ve Hz. Ali uyarıyor. Ben halifeliği böyle istiyorum, diyor. İslam tarihindeki ilk kırılma, ilk fitne o zaman başlıyor. Kuruluş kalitesini bozuyor. Türkiye'deki liderlik sisteminde liderlik hastalıklarına karşı lideri korumak gerekiyor. Üzerinde bu konuda duyarlılık göstermesi gerekiyor. Eğer bunu yapmazsa çözülmeye, çürümeye ve kopmalara sebep olur. Burada en güzel örnek tarih.
“15 TEMMUZ, FETÖ DARBESİ DEĞİL, ATLANTİKÇİ DARBE”
“FETÖ’NÜN YETİŞME ORTAMINI 28 ŞUBAT SAĞLADI”
“SİLAHLI KUVVETLERDE ŞEFFAF SİCİL SİSTEMİ OLMALI”
Sizin "Yiğitlik ve cesaret mi kıymetlidir, doğruluk ve dürüstlük mü?" sorusuna verdiğiniz cevapta çok manidar.… Herkes doğru olsaydı yiğitlere ihtiyaç kalmazdı. 15 Temmuz demişken… Aslında siz 28 Şubat’ta “GATA’da irtica” söylentisiyle sürüldünüz, hem de Çorlu veteriner şubeye, bu da yetmedi tankların üzerinize geldiğini görüp emekli oldunuz. FETÖ’nün Batı ile ittifakı noktasında benzerlik gördüğünüz 28 Şubat’ı, 15 Temmuz’dan ayıran neydi?
14 yaşında Kuleli’ye girmişim, orduda gözümü açmışım. Birden bire GATA’da, 1994 yılında bir gazetede irtica geliyor şeklinde bir manşet çıkıyor, heyet çıkıyor 35 öğretim üyesinin hepsi tayin ediliyor, Silahlı Kuvvetlerin içinde 30 yılım geçmiş, atamam çıktığı zaman askeri yüksek idare mahkemesine verdim, 10 ay sonra göreve iade edildim. Çevik Bir, Genelkurmay İkinci Başkanıydı, onun döneminde tekrar Çorlu’ya tayin edildim. Komutana kusurumu sordum. Emir komuta zinciri dışında bir odak var sizin yaşam tarzınızı beğenmiyor, dedi. Ben inançlarının gereğini yapmaya çalışıyordum, eşim rahmetli tesettürlüydü. Baktım olmuyor emekliye ayrıldım. Daha Susurluk kazası olmamıştı, araştırdım bu konuyu. Batı Çalışma Grubu vardı. Amerika’nın New York Üniversitesi’nin biyolojik psikiyatri bölümünde 3 ay ders almak için davet aldım, Genelkurmay’da bir komite var o kabul etmedi. Psikolojik Savaş'ı yazmamın sebeplerinden birisi, Silahlı Kuvvetleri yöneten emir-komuta dışında derin bir yapının olması. Bu odak Türkiye’ye zarar veriyor. Arkadaşlarla dernek kurduk. Adnan Tanrıverdi Paşa başkanıydı. Orada “Ben disiplinsiz değilim” kitabını yazdım. Sonra “Yargılanmak istiyorum” öyle… Bizim mücadelemiz 12 Eylül 2017’deki referanduma götürdü. Anayasa’nın 125.maddesi kaldırıldı.
Hukuk denetimi dışında yargı olmaz. O mücadelede dindarlığı samimi bir şekilde yaşayanlar tasfiye edildi fakat FETÖ o zaman ciddi şekilde yer değiştirdi, belki de birlikte hareket ediyordu. Çünkü 28 Şubat bir tek FETÖ’ye dokunmadı. İki yüzlü bir gruptu. Uzantısının uluslararası olduğu açıktı. Aslında 15 Temmuz FETÖ darbesi değil, Atlantikçi darbe. Pentagon’un içinde olduğu darbe. Giden subayları yetiştirdiler, darbe yapacak güce eriştirdiler. FETÖ ne ki, ilkokul mezunu birisi, o kadar kapasitesi yok ki, bütün dünyada okullar açsın, örgütü yönetsin. Gittiği yerde önünü açanlar var.
FETÖ’nün yetişme ortamını 28 Şubat sağladı. Büyümesine ve ordu içerisinde hızla yayılması için elverişli ortam sağladı. Çünkü orduda iki yüzlü kişiler prim yapıyordu. Bira şişesiyle dolaşıp, bu bira göbeği diyen adam general oldu, Genelkurmay bu iki yüzlülüğü yedi, Genelkurmay dinle mücadeleyi, irtica ile mücadeleyi karıştırdı. İrtica ile mücadele adı altında dinle mücadele yaptığı zaman samimi inancı olanlar ayrıldı, FETÖ’cüler örgütlendiler. Onun için silahlı kuvvetlerde şeffaf sicil sistemi olmalı. Öyle sistem olursa bu gibi münafıkane hareketlerin önü kesilir. Silahlı kuvvetlerde de reform ihtiyacı var.
“ŞAHISLARA BİAT OLMAZ DAVAYA BİAT OLUR”
FETÖ için vasat bir adam dediniz ama hipnoz yeteneğini de ortaya koymuştunuz. FETÖ’nün bu girişimi başarılı olsaydı Batı destekli ılımlı İslam Humeyni’si ortaya çıkabilirdi, demiştiniz. Humeyni, 15 Temmuz yenilgisinden nasıl bir psikolojiyle döndü?
Şunu gördük ki, bu örgüt yapısı dini ve Saidi Nursi’nin kaynaklarını kötüye kullanmış. Dinin, dini bir yapının siyasileşmemesi, ticarileşmemesi, dünyevileşmemesi gerekiyordu. Bediüzzaman bunlara uymayarak hareket etti. Bu kişinin yapılandırılmış bir eğitimi yok. Yapılandırılmış bir eğitiminin olmaması onun üstün yetenekleri olmadığı anlamına gelmiyor. İlkokul mezunu ifadem yanlış anlaşılabilir. Üniversiteyi yarım bırakan dahiler var. Özel bir zekası olduğu belli, egosunu kendi şahsına bağlayıcı bir harekete dönüştürmüş. Bu olayın bize en çok öğrettiği şey, şahıslara biat olmaz, davaya biat olur. Liderlik şahıs işidir. Liyakat ve ehliyetin yüceltilmesi gerekir. 28 Şubat’ın verdiği korku iklimi, FETÖ’yü liman gibi gördü. FETÖ’de bunları örgütledi. Ve bunu yaparken de tek başına yapmadı. Arkasında uluslararası küresel güçler vardı.
“FEDAKARLIK YAPIP KÖYÜNÜ BEKLEYECEKSİN”
“FETÖ’DEN KAZANIM, ZİHNİYETİN DEĞİŞMESİ İLE OLACAK”
Hocam son paylaşılan bir video var, içtiği çayın kalan kısmının Enes Kanter’e verilmesini söylüyor. Kanter de, terörist başına övgü dolu sözlerle karşılık veriyor. Bu kibirlilik hali ve ona inanan, efsunlanmış insanların hali için ne diyeceksiniz? Yani hangisi daha hastalıklı ve tehlikeli?
İnsanlar olgularla yönetilmiyor, algılarla yönetiliyor. Burada köpek olsa herkes onunla oynar ama kuduz dese herkes korkar. Bu bir algıdır. Olgu köpek kuduz değil aslında ama birisi öyle bir algı oluşturduğu için köpek kuduz. Burada da olgu ile algı birbirine karışıyor. Algı yönetimi konusunda dinin verilerini kullanarak, "Her perşembe Hz. Peygamber ile konuşuyor, Allah’tan mesajlar alıyor" algısı oluşturuyor ve o algı üzerinden insanları kendisine bağlıyor. O algının oluşmaması için sorgulayıcı kişilikler gerekiyor. Sorgulamayan insanlar olursa her zaman bu tarz insanlar beklenir. Mesiyanik kültür kurtarıcı beklendiren bir kültür. Sen zahmette bulunma, mehdi gelsin kurtarsın, bu tembellik insanların da hoşuna gidiyor. Teröristler köyünü basmışsa, devlet gelsin diye mi beklersin, herkes eline silahı alır kendisi mi bekler. Fedakarlık yapıp köyünü bekleyeceksin. Kurtarıcı olanlar gelsin yapsın diye bekliyor. İnanın FETÖ’den kazanım çıkarsa böyle çıkar. Bu olay bu zihniyeti değiştirirse Türkiye kazanacak. Zihinsel dönüşümü bize yaptırırsa ki bu çağın değerlerini yakalamasıdır.
“SORMA, DÜŞÜNME, İTAAT ET KÜLTÜRÜ YENİ FETÖ’LER ÇIKARTIR”
Eleştirsellik dersini müfredata koydunuz.
Eleştirsellik dersini önceden seçmeliydi, zorunlu yaptık. Özgürlükçülük, katılımcılık ve çoğulculuğu üniversitenin kuruluşunda yapmıştık. Bu demokratik değerlere doğunun ihtiyacı var. Sorma, düşünme, itaat et kültürü varsa orada her zaman FETÖ’ler çıkar. Sor, düşün... Öyle itaat et. Tabii bir sistem varsa sisteme itaat edeceksin. Avrupa’da kırmızı ışıkta geçmiyorlar, burada geçiyorlar. Çünkü orada sistem var.
“FETÖ’YÜ GÖRMEMEK AKLI İNKAR ETMEKTİR”
“FETÖ’YE İNANANLARDA REALİTE KÖRLÜĞÜ VAR”
O kurtarıcı rolü yüklediğimiz insanlarla ilgili bir sorum olacak. 15 Temmuz’da darbeye direnen halk gerçek hikayede nasıl bir detay olarak kaldı, yani o cesaret veya fedailik, darbeye inanmayanlar üzerinde neden bir etki ve inandırıcılık uyandırmadı? Mesela TEM Başkanı Turgut Aslan neden darbeye delil mi arıyorsunuz buyurun ben buradayım demek zorunda kaldı?
Hala ona haklılık kazandıran varsa… O kadar açık ki şu anda. Güneşe bakarsan göremezsin. Çünkü güneşin şiddetinden göremezsin. FETÖ ve onun takipçileriyle bağlantısı o kadar aşikar ki, bizim FETÖ ile bağlantılı dediğimiz ne kadar insan varsa hepsi silahlı kuvvetlerin içinde oldular. Bu kadar sebep varken, bunu görmemek aklı inkar etmektir. En kör insan inanmak istemeyen insanlardır. Buna realite körlüğü denir. Bu masada toplu iğne yok diye inanırsam, orayı aramam, hiçbir yerde bulamam çünkü iğnenin bulunduğu yeri aramam. Bir kişi bunu yapmaz diye inanıyorsa bütün delilleri arar bulamaz, ama yine de ona yakıştırmaz. Burada realite körlüğü kuralı işliyor. Açık, inanmak istemediği bir körlük. Mesela çocuğu ölen bir anne, onun öldüğüne inanmak istemiyor. Cenazesini de görmediği için gelecek diye bekler. İnsan çok arzuladığı şeyde de körlük oluşur. Bunlar duyguların yaptığı körlüktür.
“BAŞBUĞ “27 MAYIS YANLIŞTI” DİYEMEDİ”
“GENELMURMAY DARBECİLİK KONUSUNDA FARKINDALIK OLUŞTURAMAMIŞ”
Üsküdar Üniversitesi'nde "Eleştirsellik" dersini 15 Temmuz'dan sonra seçmeli dersten çıkarıp zorunlu ders haline getirdiğinize değindik. Bu aslında FETÖ ile mücadelenin de bir parçası. Peki diğer taraftan FETÖ ile mücadeleyi ve 15 Temmuz’un unutulma ihtimalini nasıl değerlendiriyorsunuz?
15 Temmuz vakasında gri alanlar var. Tarih bunu açıklayacak. Ülkenin güvenliğinin sağlanmasından sorumlu silahlı kuvvetler kendi güvenliğini sağlayamamış. Bu sorgulanması gereken bir durum. Silahlı kuvvetler şu özeleştiriyi hiç yapmadı; 27 Mayıs yanlıştı, 12 Mart yanlıştı, 12 Eylül yanlıştı, Meclis’i kapatarak ülkenin sorunlarını çözemezmişiz, diyemedi. Genelkurmay Başkanı Başbuğ, Ergenekon olaylarında bir çok haksızlığa uğramış, FETÖ’nün kumpasına gelmiş fakat bir defa çıkıpta “27 Mayıs yanlış” diyemedi. Şimdi sen zihinsel olarak “Şartlar hazır olduğunda darbe yapılabilir” dersen darbe ideolojisine sahipsin demektir. Bu, bir ailede şartlar hazır olduğunda eşimi döverim, demektir. Bir Genelkurmay Başkanı harp okullarında bu eğitimi verirse, bu sistem darbeyi üretir çünkü darbe ideolojisi vardır. Bunu söylemedi. Bunu söylemediği için de Türkiye’de darbeden ders alınamadı demektir. Silahlı kuvvetlerin bu özeleştiriyi yapması gerekir. 15 Temmuz'la ilgili benim karamsarlığa düştüğüm nokta bu. Genelkurmay darbecilik konusunda daha bir farkındalık oluşturmamış. Siyaset konusunda da şu konuda bir endişem var. Siyaset 2010’lara kadar askeri ve sivil bürokrasi ile ciddi mücadele etti. Bu anayasa değişikliği ile kırıldı. Fakat bir hata yapıldı, eski bürokrasinin hastalıkları yeni kadrolarda devam etti. Çünkü sistem kurmadı. Sistem kursaydı bürokrasi kurumsallaşırdı. Siyasette sevgi ve güveni azaltan tutum hataları var. 15 Temmuz bu hataları yaptırdı. KHK’lı bir çok insanın durumu üniversitelere bırakılmış, onlar da korkuyla davranmış ve “iltisak” diye hukukta olmayan (hukukçu değilim yanılabilirim de) FETÖ’yle ilgili birinin yakınları diye ordudan uzaklaştırdılar. Bu suçun şahsiliğine aykırı. Aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’deki “Bir insan hata yaparsa başkaları sorumlu değildir” ayetine aykırı.
“EN DEĞERLİ PARA BİRİMİ, GÜVENDİR”
'Duyguların Dili' kitabında güveni “içgüdüsel ilgi” diye tarif ediyorsunuz. 15 Temmuz’dan sonra en çok zedelenen de “güven” duygumuz oldu. Bu kalıcı hasarlar yaratmaması için öneriniz nedir?
Af, doğru zamanlama ile yapılır. Toplumda yönetime güveni zayıflatan unsurların ortadan kalkması için çifte standart uygulanmaması lazım. Güç değil, adalet odaklı olması lazım. Güç odaklı sistemler kısa vadede kazandırır, orta ve uzun vadede kaybettirir. Bu zamandaki en değerli para birimi güvendir. Güvene sahipsen her yerde sözün geçer.
“15 TEMMUZ’U UNUTTURMAYACAĞIZ SÖZÜ İÇERİDEKİ İNSANA SÖYLENMEZ”
“MUHALİFİ DÜŞMANLAŞTIRMAMAK, DÜŞMANI ŞEYTANLAŞTIRMAMAK GEREKİYOR”
“TÜRKİYE’DE SUMO GÜREŞİ GİBİ SİYASET YAPILIYOR”
Siyasal farkındalık dediniz de… ‘İyi oyun kuruculuğu için siyasal farkındalığın önemine dikkat çekmiştiniz. 23 Haziran seçimlerinde halkın tercihi bu iyi oyun kuruculuğuna mıydı?
İki türlü siyaset var. Biri futbol metaforuyla yaklaştığımız, diğeri satranç metaforuyla. Siyasette liderlik futbol gibidir, top bende olsun, bütün takım beni desteklesin, pas versin gol atayım diye karizması yüksek olan kişiler maçı kazanır ama burada maç boyunca devamlı husumet vardır, dost-düşman paradigması vardır. Ama niye spor centilmenliği var, maçtan sonra el sıkıştırılma nedeni, husumeti orada bitirin, bunu günlük hayata dönüştürmeyin mesajı vermek içindir. Futbol tarzı siyaset gece, gündüz, 24 saat muhalif ihtiyacı doğurur. Bakıyorum öyle manşetler atıyorlar ki bilboardlarda “15 Temmuz’u unutturmayacağız!” İçerideki insana bu söylenmez. Dışarıya söylenilir. Toplumun sanki içinden, siyasi partiyi destekleyen bir kesim, 15 Temmuz’u destekliyor gibi anlaşılır. Halbuki şu an Türkiye’de 15 Temmuz’u destekleyen %1 bile olmaz. Onaylayan hiçbir kimse görmedim ben. Türk'ün Türk'e propagandası gibi. Bunu dışarıya karşı söylemek lazım, içeriye karşı değil. Bu toplumda duvar ören yöneticilik değil, köprü kuran bir sisteme ihtiyaç var. Muhalif kesimi düşmanlaştırmamak, düşman kesimi de şeytanlaştırmamak gerekiyor. Kendi iç barışını oluşturmak için siyasetteki oyun kuruculukta satranç tipi oyun kuruculuk gerekiyor. Satrançta ne vardır, 5,6 hamle ilerisini düşünürsün, oyunu kurarsın, şahı kendine çekersin ve mat edersin. Bütün bunları akıl ve muhakeme içinde yaparsın. Karşı tarafta kendi tezini yapar ve bu tarzdaki siyasette stratejik düşünen kazanır. Futbol daha çok taktik oyunudur. Sumo güreşi de bir oyundur ama taktik savunma stratejisine dayanır, karşı tarafın zayıf tarafını görerek sonuç alırsın. Karşı taraf bir hamle yapar, sen daha güçlü bir hamle yaparsın onun hamlesini galibiyete çevirirsin. Türkiye’de şu anda sumo güreşi gibi siyaset yapılıyor. Birileri hata yapsın, o hatayı ben fırsata çeviriyim tarzında. Satranç oyununda karşı tarafın hatasını beklemiyorsun, oyun kurarsın, çekersin ve onu yenersin. Bu da ancak istişareli siyasette olur. Kanuni sandığın mezarına konulması istiyor, Molla Fenari “Yok öyle bir şey” diyor, o zaman istişare heyeti kurmuş, aldığı kararların altında imzalar var, verdiği kararları neye göre verdiğini görünce şeyhülislam ağlıyor. Burada takım sorumluluğu uyandırmak gerekiyor.
“BUNLAR TEPKİ OYLARI”
Peki seçmen de bu stratejelere göre mi oyunu kullandı. Seçmen psikolojisini nasıl görüyorsunuz. Geçmişte demokrasi kavgası veriyordu, sonra özgürlük ve şimdi değişim, yenilik mi istiyor?
Seçmen 3 ayda ne oldu? Tabii ben siyasetçi, siyaset bilimci değilim. İşi toplum psikolojisi olarak ele aldığımda demek ki 2,3 ay içinde toplumun güvenini ve sevgisini zayıflatan bir şey olduğu ortaya çıkıyor. Toplumun sevgi ve güveninin ne zayıflatıysa ona bakmak lazım. Toplumun tepkisini çektik. Bunlar tepki oyları. Çünkü 2-3 ayda ekonomi değişmedi. İstikrarsızlıkla ilgili bir durum yok. Bu kaymanın nedeni olarak, yönetime olan güveni neyin zayıflattığı sorusuna cevap veren bir beyin fırtınasına ihtiyaç var.
“CANAN KAFTANCIOĞLU TERÖRLE MÜCADELE YÖNTEMİNİ ELEŞTİRMİŞ OLABİLİR”
Kötü örnekleme ile ilgili empati sınırını aşıyor muyuz? Mesela Canan Kaftancıoğlu, Paris’te öldürülen 3 PKK’lı terörist için “Ne olursa olsun siz 3 kadını Avrupa’nın merkezinde vahşice öldürüyorsanız, bu kişilerin suçu ne olursa olsun bunu kınamak zorundayım” dedi. Bu duygu durumunu nasıl adlandırırsınız?
Hangi bağlamda söylendiğini bilmek lazım. Siyasi kimliği olan bir kimse oradaki şiddet eylemleriyle ilgili, ideoloji olaylarına düşmemeye hassasiyet göstermesi de önemli. Ama bir siyasetçinin bunu söyleme özgürlüğü olması lazım. Eleştiri özgürlüğü terörü desteklemek anlamına gelmez ki. Terörle mücadelenin yöntemini eleştirmiş oluyor bu kişi. Hangi bağlamda söylendi, toplumda herhangi bir tahrik ve nefret tepkisi oluştu mu, onları bilmek lazım. Düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde sağlıklı siyaset olmaz. Düşünce özgürlüğünde serbest fikirler tartışırsa insanlar yasadışı yollara gitmez.
“MÜLTECİLERİ ALMAKLA ANADOLU’YU KORUDUK”
“DÜNYADA TÜRKİYE’YE KARŞI ÇOK CİDDİ POZİTİF ALGI OLUŞTU”
Suriyeliler mevzusuna gelirsek…. Sizin, "Değerler değersizleşti, dezavantajlı insanları yok sayarak yaşayan insanların bir süre sonra yalnızlık sorunu ortaya çıkıyor. Bir toplumun gelişmişlik düzeyi zengin olması değil dezavantajlı insanlara verdiği değerle ilgili” gibi bir sözünüz var. Suriyeliler noktasında bu teziniz mi öne çıkıyor?
Bu tezi savunan Batı, kendi ülkesinde Suriyelilerle ilgili bunu söylemiyor. Kendi ülkesinde engellilerle ilgili rampalar yollar yapıyor ama ortada kalmış bir kaç milyon Suriyeliyi içeri almıyor. Türkiye alıyor. Aslında bu kararı alan yönetime de, bunu kabul eden topluma da teşekkür etmek lazım. Bana şunu hatırlattı: Bosna Savaşı olurken Türkiye'den bir diplomat oraya gidiyor. Mücadelede neden direniyorsunuz, teslim olun gibi sözler söyleniyor hatta buna İzzetbegoviç'in kızı şahit olmuş. “Beyefendi biz burada Bosna’yı değil İstanbul’u savunuyoruz, bunun farkında değil misiniz?” diyor. Biz mültecileri almakla Anadolu’yu koruduk. Biz bir müddet sonra daha da yalnızlaşacaktık. Mesela ben bir psikiyatri kongresine gittim orada Hırvatistanlı bir meslektaşım herkesin içinde çıktı: “Türkiye’de Suriyeli mültecilere gösterdiğiniz güzel kabulden dolayı teşekkür ederim”... Burası siyasi bir ortam değil psikiyatri toplantısı. Dünyada Türkiye'ye karşı çok ciddi pozitif algı oluştu. Suriyelileri kabul ve misafir etmemiz tüm dünyada Türkiye'ye karşı sıcak bir duygu oluşmasına sebep oldu. Şimdi bunun kıymetinin farkında değiliz. Türkiye’nin küresel aktör olmasında bu fedakarlığın büyük rolü var. Komşunun aç bir kedisi veya çocuğu varken ona yardım etmeyen nasıl iyi insan değilse, komşu ülkedeki bir şeye karşı duyarsız davranmak da insani değil. Gayet insani bir tepki. Bu bizim vefa duygumuzla ilgili. Hatta ben onu Çanakkale’de buldum. Orada 100’den fazla İdlib’li var. İdlib insanı gelmiş, Çanakkale’de ölmüş ve mezarı var. Şimdi o İdliblilerin sana ihtiyacı var. “Bana ne?” mi diyeceksin? Bizim inanç değerlerimizin de teşvik ettiği bir durumdur. Bu konuda aleyhte bir şey söyleyen siyasetçiyi halk kuşkuyla karşılıyor. Bu durumda doğru şekilde çözülebilir. Suriye politikaları ile ilgili hata yapmak ayrı konu buradaki mültecilere iyi karşılamak ayrı konu, onları karıştırmamak lazım.
“RUSYA’NIN KUCAĞINA OTURMAYALIM”
TSK’nın kendi güvenliğini sağlaması gerektiğini az önce ifade etmiştiniz. S-400’lere aynı bakış açısıyla mı bakıyorsunuz?
Böyle bir durumda Türkiye’nin ihtiyacı var, bunu A’yerden karşılamazsa B yerden karşılayacak. Nasıl Kıbrıs Savaşı bizde ASELSAN'ın, HAVELSAN’ın kurulmasına sebep olduysa, kendi savunma sanayimizi kurmak konusunda bizde bir farkındalık oluşturduysa, uçak ve savunma sanayimizi kurmamız, milli füzeye götüren bir süreç oluyor. Bence bu süreçte dik duralım. Ama bunu yaparken Rusya’nın kucağına oturmayalım.
“BİZİM PROJEMİZ, NOBEL ADAYI ÖĞRENCİ YETİŞTİRMEK”
“BİLİMİN YENİ UZAYI BEYİN”
ABD merkezli Beyin Haritalama Vakfı tarafından, 2019 ‘Golden Axon Liderlik Ödülü’ne layık görüldünüz. Aslında tüm çalışmalar 21'inci yüzyılı “Beyin Yüzyılı” yapmak üzerineydi. BRAIN Projesi’nde beyin haritaları çıkartıldı. Böylece alzheimer, şizofreni, otizm, epilepsi gibi hastalıkların tedavisi hedeflendi. Elon Musk, insan beynine yerleştirmeyi planladığı çipi anlattı, bluetooth ile beynimize bağlanan ve düşünerek kontrol edilebilen. Şu an beynimiz zamanın ne kadar önünde?
İlk kurulduğumuzdan beri Obama'nın 2013'te başlattığı ve 2015’te 10 yıllık projeye dönüştürdüğü zaman Beyaz Saray'da parlementer bir toplantıya çağırılmıştık. Orada NASA yetkilisi bir sunum yaptı. 2000'in üzerinde kişi NASA’da nöroteknoloji konusunda beyin üzerine çalışma yaptı. Elon Musk’ın söylediği gibi kulağın arkasına robot koyup, beyindeki uyarılarla felçli kolu, bacağı oynatma durumuna gelindi. Aslında bunun benzerini düşünce gücüyle biz burada yapıyoruz. Düşünce gücü ile topu havada tutabiliyoruz. Bu beyin dalgalarının anlamlı dalgalar olduğu anlaşıldı. Bunlara hükmederek beyin bilgisayar arayüzleri yazılmaya başladı. Bu çerçevede bizdeki araştırma merkezleri var. Bu AR-GE işi. Bana soruyorlar; Üniversitenizin gelecek projesi nedir diye? Bizim şu andaki projemiz Nobel adayı olacak öğrenci yetiştirmek. Hevesi olan, proje arzusu olan arkadaşlarımız gelsin biz burada Nobel için iklim oluşturalım, yetiştirelim. Lay lay lom için bizim üniversiteye gelmesin. Bilimin yeni uzayı beyin. Yeni araştırma yapmak için, ağaç düşünün, alt dallarındaki meyveler toplandı, üstteki dalları toplamak lazım. Laboratuvarda yatıp kalkan insanlara ihtiyaç var. Gelecekte otonom robotlar ortaya çıkacak. Üniversite olarak bizim tematik alanımız beyin. Bilgisayar, davranış ve beyin bilimlerinin ortak alanındayız şu anda.
2008’de psikiyatride yeni bir dönem başladığını duyurmuştunuz. Kişiye hangi ilacın iyi geldiğinin DNA’sındaki hangi enzimlerin iyi çalıştığına bakılarak tespiti yapılıyordu. Bugün psikiyatride nasıl bir döneme girildi. Hala o dönemin metodu en üst barem mi? Mesela bağımlılığın şifresi çözüldü mü?
DNA’yı kullanarak doğru tedavi bağımlılıkta, otizmde, doğru ilaç, doğru doz, doğru süre kuralı vardır. Kişiye özel tedavi deniyor. DNA analizi ve kan tahlili için doğru ilacı ve doğru dozu bulmayı psikiyatride ilk biz yaptık. Laboratuvarlar kurduk. Ortaya çıkarttığımız nöropsikiyatri modeliyle hastalıkları tedavi ettiğimiz için bizi “Golden Axon liderlik ödülü” ne layık gördüler. Bilim adamları yazar yayınlarlar. Biz bazılarını yazdık, bazılarını bilimsel kanıt düzenine göre aldık ve bunu uyguladık. Sadece teoride kalmadı. Onun için Amerikalıların ilgilerini çektik.