Peki Cumhurbaşkanı adayı da beni sevecek mi?
İletişim yönetimi derslerinin bir yerinde, “Seni seviyorum” demenin içerdiği beklentiyi anlatırım.
Birine “seni seviyorum” derseniz, onun da sizi sevdiğini söylemesi beklentisi.
İçiniz içinizi yer, psikoloji bozulur.
“Beklenti” psikolojisini yönetmek zor iş. Beklenti, istendiği oranda gerçekleşmeyince, üzüntüye bir de hayal kırıklığı ekleniyor çünkü.
“6’lı masa”, cumhurbaşkanı adayına yönelik büyük bir “beklenti” oluşturdu.
Muhalefetin “kazanabilme ihtimali”nin satın alınmasındaki başarı, adayın açıklanma sürecinin yönetiminde sürdürülemiyor.
“Kazandıracak bir aday olacak” diyorlar.
“Kurtarıcı”yı bekleyenler sabırsızlanıyor, beklenti büyüyor.
Godot’yu bekler gibi bekliyorlar.
Sevgiliyi bekler gibi.
En çok da “kurtarıcı”yı bekler gibi bekliyorlar, ki bu büyük sorun.
İnsanı iyi açıklayan filozoflardan Erich From “İnsan Olmak Üzerine”de, insanı “ebediyyen beklenti içerisinde ve ebediyen düş kırıklığı yaşayan” olarak tanımlıyor.
Mutsuz sayısı neden hep artıyor, o zaman anlıyorsun.
Adayı seçim takvimi açıklanınca açıklayacaklarmış. Yıpranmasın diye.
Muhalif seçmen kurtuluşunu “kurtarıcı”ya bağlayınca, “Aday yıpranmaya müsaitse, önce kendisini kurtarsın” bile demiyor.
Felce uğramış gibiler, öylece bekliyorlar.
Muhalefetin bu ağırdan alma tavrı, bildiğim tüm siyasal iletişim bilgilerine ters.
“Beklenti”de olmak, var olan durumdan kaçış demektir, iktidarın sorunlarından ve muhalefetin çözümsüzlüğünden topyekûn kaçış.
Tamam da, basit bilgidir, bir şeye ulaştığımızda aslında onun ne kadar anlamsız olduğunu görürüz.
Beklentiyi o kadar yukarı çekersen, aday dünyanın biricik üstün insanı da olsa tatmin etmeyecek, “Bu muymuş” hissini doğuracak.
Ağzıyla kuş tutsa yaranma olasılığı düşecek.
Mesela Ekrem İmamoğlu’nun başına gelenlerin çoğu bu beklenti belasının altında kalmasındandır.
Konferanslarımda, 21. Yüzyılda hayattan keyif alabilmenin anahtarlarından birinin beklenti düzeyini düşürmek olduğunu anlatıyorum.
Bizde durum 18. Yüzyıl.
Hâl, tam da Necip Fazıl’ın çok bildiğimiz şiirine benziyor:
“Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.”
FEVZİ KİMİN ÇOCUĞU?
Rap şarkısına yaptığı yorumla sosyal medyada popüler oldu Fevzi Kaan.
Daha 12 yaşında.
Popüler oldu diye konserlere çıkarıldı, program program gezdirildi. Halbuki okulda olması gerekiyordu.
Takipçi sayısı arttı.
Küçücük bir çocuk şöhret olduğunu sanıyor şimdi.
Hadi diyelim Fevzi daha 12 yaşında, doğruyu yanlışı bilemez. Hadi diyelim annesi, babası ya bilinçsiz ya da Fevzi üzerinden köşe dönme derdinde.
İyi de bu ülkede bir Milli Eğitim Bakanı var. Bir Aile Bakanı var. Her iki kurumdan da yetkililer çıkıp duruma el koymuyor.
Bir gerçeği hatırlatayım, çocuklar, anne ve babalarından önce devletin sorumluluğundadır.
Gidin kuzey ülkelerine, gerekçesiz birkaç kez okula gitmeyen çocuğu devlet aileden alıyor mu, almıyor mu görün.
Gelişmişlikle, gelişmemişlik arasındaki fark ayrıntıdadır.
BENCE BÖYLE
Bir, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, durup dururken ABD’de üniversiteleri ziyaret etmeye gitti.
Sanki ABD’nin demokrasi için “öcü devlet” olduğunu bilmez gibi.
Siyasal iletişim açısından çok fena bir hata. Büyük yanlış. Hem de seçime giderken. Potansiyel oyların hepsini eliyle çöpe attı.
Bence ya danışmanı yok ya da etrafında kendisine çelme atmaya hevesli insan çok.
İki, Kılıçdaroğlu aslında olmayan “başörtüsü sorunu”nu gündeme taşıyınca, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Kılıçdaroğlu farkında olmadan pas verdi, golü atmamız lazım” diyerek Anayasa değişikliğini getiriverdi.
Tamam fırsatı lehe çevirmek gerekir, ama… Bence, ülkeyi futbol maçı yönetir gibi yönetmek olacak şey değil.
Üç, Maliye Bakanı Nebati’nin içerisinde “Neo klasik ekonomi”, “epistemolojik bir kopuş”, “heteredoks yaklaşım”, “nöroekonomi” geçen konuşması alay konusu oldu.
Bence Nebati’nin dahil olduğu çevrede, “kavram gösterişi” diye bir durum var. Kimsenin anlamadığı kavramları cümle içinde kullanınca, çok şey bildiği algısı oluşur sanıyorlar.
Dört, Dezenformasyonla Mücadele Yasası TBMM’de yasalaşıyor. Yasa, “gerçek” kavramı etrafında şekillendirilmiş.
Böyle bir yasa, tartışmalı “gerçek” kavramına dayandırılması, alanın uzmanlarınca yazılmaması, yasaklamalarla çözüme ulaşacağına sanılması açılarından yanlış.
Bence yasayı yapanlar, yeni dünyanın mantığını ve kavramlarını anlamaktan uzaklar.
Beş, “işçi robotlar” geliyor diye şenlikler düzenleniyor. Teknoloji gelişiyormuş güya. Fotoğrafını da koymuşlar robotun, otomobil bandında vidalama yapıyor.
Bence bu durumdan sevinmesi gereken tek grup sermayedir, sokaktaki insan telaşlansa iyi olur. Yemeyen, giymeyen ve de zam istemeyen robot gelirse insan gider.
Altı, eğlence mekanlarında “damsız girilmez” uyarısına ayrımcılığın her türüne karşı olduğumdan hep itirazım oldu. Ankara Barosu avukatlarından biri, avukatlar partisine ev sahipliği yapan eğlence mekanı hakkında “ayrımcılık yasağını ihlal” gerekçesiyle suç duyurusunda bulunmuş.
Bence çok güzel hareket olmuş.
GÜZEL OLMA TUZAĞINA DÜŞME
Nurgül Yeşilçay “Güzel kadın olarak yaşamak yorucu, zayıflamam, spor yapmam gerekiyor” demiş.
Keşke sadece yorucu olsa.
Güzel kadın olmak tam bir işkence, çevremdeki güzel kadınlardan biliyorum. Ne bakım masrafları, ne giyim harcamaları bitiyor. Saçı ayrı dert, makyajı ayrı.
Kendinle barış, hayatını yaşa diyor, yürüyorum.
Üstelik şimdilerde en az üç gelinlik giyme furyası var. Giy, çıkar yorulana kadar git kendi düğününde göbek atıp halay çeksene.
Ben böyle abukluk, görmemişlik, görgüsüzlük, tüketim hastalığı görmedim arkadaş.
Neyin kafasını yaşıyorsa bu “üç gelinlikçi”ler? Gösteriş manyağı olmak değil de nedir bu?
Dahası, güzellik uğruna yorulmayı göze alıp spora giden iki dizi oyuncusu sevgili ayrılmışlar. Gerekçesi, erkek oyuncunun spor salonunda kızlarla muhabbeti.
Spor salonları spor yapmak dışında her işe bakıyorlar. Tanışmalar, anlaşmalar vs.
Teknolojiye hapsolmuş insanların yeni tür sosyalleşme mekanları. Üstüne sporun cazibesi de eklenince, ortalık kan revan.
Dedim ya güzel olmak yorucu olsa iyi, baştan sona sorun.
KİMSE NEDEN GÖRMÜYOR?
Bu ülkede ciddi bir cep telefonu kirliliği var. Hem de cana kast düzeyinde.
Derse cep telefonsuz girerim, telefonuyla giren hocaları da kınarım, derse de öğrenciye de saygısızlık.
Geçen hafta ilk derste, baktım ikinci sınıfların önlerinde telefonlar.
“Hayırdır” dedim, “ben telefonsuz girebiliyorsam size ne oluyor?” Kapatmalarını ve kaldırmalarını istedim.
Yine geçen hafta bir kreşte, minicik bir çocuk kaydıraktan düşüp öldü. Kamera kayıtlarında kreş görevlilerinin banka oturup cep telefonlarıyla meşgul oldukları görülüyor.
Hastaneye gidiyorsun, hastaya hizmetle görevli personel, cep telefonuyla dünya turunda.
Önceki hafta da TBMM resepsiyonunda yemek servisinde görevli genç kızın kenara çekilip telefonuna dalışını hayretle izledim.
Televizyonların tartışma programlarına katılanlar zaten kafalarını telefondan kaldırmıyorlar, seyirciyi umursayan, birbirini dinleyen yok.
Acilen tıpkı sigarasız hava sahası gibi bir uygulamanın getirilmesi. Özellikle mesai içerisinde ya da eğitim ortamlarında cep telefonu kullanılması kısıtlanmalı.
Herkes işini doğru dürüst yapsın bir zahmet. Gelişmemiş zihin yapısıyla bu durum sürdürülemez.
İSTANBUL İŞ DÜNYASINA BİR ÖNERİ: “OLY HOUSE”
Geçen hafta İstanbul’a gittiğimde öğle yemeğini Oly House’da yedim.
Oly, Küçükarmutlu’nun Etiler’e yakın tarafında.
Çok merak ediyordum. Çünkü Oly’nin sahibi sevgili Sezgin Yüce’ydi.
Sezgin, bir tür zenginler kulübü gibi çalışan Papermoon’un misafir sorumlusu ve aslında her şeyiydi.
Öyle ince, öyle dostane yaklaşırdı ki, sadece onun hatırına Papermoon’a gidenler olurdu.
Her şeyi bilir, her şeyi görürdü ama ağzı sıkıydı.
Bir patronun davetiyle gitmediysek hesapta indirim bile yapardı, çünkü bizim maaşımız o hesaplara yetmezdi.
İşte o Sezgin, geçen yıl bir rahatsızlık geçirdi, aort damarı yırtıldı. Ama hayatta kalmayı başardı.
Yaşama azmini yeni bir yolculuğa çevirdi, Oly’yi açtı. “Hayırlı olsun” demek istedim.
Mekânı da yemekleri de sevdik. Özellikle Oly Pizza’sına bayıldık.
Sade ve şık. Tam bir İtalyan. Hepsinden önemlisi gözlerden uzak görüşmelere, sohbetlere çok uygun.
“İşler nasıl” dedim Sezgin’e, “Daha çok yeniyiz ama boş günümüz yok” dedi. Sevindim.
Çünkü Oly House, ölüme meydan okuyan Sezgin’in İstanbul’a armağanı olmuş.
AKLIMDA KALAN
Türkiye Halkla İlişkiler Derneği’nin 50. Yılı çerçevesinde Anıtkabir ziyareti: TÜHİD’in zarif başkanı İpek Özgüden’in “TÜHİD’in 50. Yılında Anıtkabir’de olacağız, bize katılırsanız sevinirim” davetini karşılıksız bırakamazdım. Yıllar yılı, TÜHİD’in sanki sadece İstanbul iletişim dünyasını temsil ediyor tavrını eleştirdim. Adında “Türkiye” olan her kurum tüm ülkeyi kapsamalı dedim. Nihayet, İpek Özgüden ve Yönetim Kurulu bu gerçeğin gereği bir kapsayıcılıkta Anıtkabir programı yapmışlar. Öyle güzel bir gün oldu ki, kimse şakır şakır yağan yağmuru umursamadı. Kimse “saçım ıslandı, makyajım aktı” demedi. İletişim tarihimiz için anlamlı bir adım atıldı Ata’mın huzurunda. Emeği geçenleri kutluyorum.