Pentagon, Washington ve dünya ve biz
Geçen haftanın konusu, ABD’li bir vakfın Türkiye’de fonladığı kuruluşlardı.
Haberde daha önemli bir ayrıntı vardı ama Ruşen Çakır’ın Medyascope’u tartışmasıyla arada kayboldu, aynı vakıf Sabancı Üniversitesi’ni de fonlamıştı.
Sorun değildi ama, Üniversitenin hiç bir yerinde bu ilişki yazmıyordu.
Sizi ABD vakfı fonluyorsa yabancı hocalar ve uluslararası yayınlarda önemli engellerle karşılaşmaz, sorun yaşamazsınız.
Bu iki kalem de üniversite sıralamalarında önemli yer tutar.
Asıl konumuza dönelim.
Yıl 2007.
Ülkemde şafak vakti evlerin basılıp subayların, gazetecilerin gözaltına alınmasının hemen öncesi.
Bir akademisyenin yeni bilgi üretme hevesiyle “Tanklar ve Sözcükler” kitabım yayınlanmış.
Bekliyorum ki ilgi görecek, zira ülkemde biri ilk kez askerlerin iletişimi üzerine akademik bir yayın yapmış.
Birkaç idealist subay dışında kimseden ses çıkmadı.
Ama bir kurum çok ilgilendi: ABD Büyükelçiliği.
Bir elçilik görevlisi, bir arkadaşım aracılığıyla beni kahve içmeye davet etti.
Tanışmanın arkasından ilk sorusu “Türkiye Irak’a çıkarma yapar mı?” oldu.
Soru saçmaydı, askeri konularda değil iletişimde uzmandım.
Yanıtım ters oldu: “Sorunuzun cevabını elçiliğiniz bizden daha iyi bilir, muhatabınız ben değilim.”
Böylece sohbet, fazla uzamadan bitmişti.
Aradan zaman geçti, aynı arkadaşım bu kez ABD askeri ataşesinin evindeki bir davete çağrıldığıma dair bir zarf uzattı.
Gittim.
Davette konu dönüp dolaşıp kitabıma geldi. Ataşe, beni “Pentagon’da ağırlamaktan memnun olacaklarını” söyledi.
Pentagon’u gezdireceklerini, ulaşım, konaklama, çeviri gibi tüm giderleri karşılayacaklarını ekledi.
Bir akademisyen/yazar için bulunmaz fırsat olan teklif geldi: “Tanklar ve Sözcükler”i İngilizce basmak istiyorlarmış!
Muhteşem fırsat, bulunmaz ayrıcalık.
Kendi ordumuzun tenezzül edip sayfasını karıştırmadığı kitabı, Pentagon İngilizce yayınlayacaktı.
Kibarca reddettim. Kimilerine göre yaptığım aptallıktı.
Benim içinse, Kemalist bir öğretmenin çocuğu olarak böyle netameli bir kariyer kabul edilemezdi.
Kitaplarım onlarca dile çevrilsin gibi ihtirasları olan biri de değilim. İhtiraslı insanları da sevmem.
O teklifi kabul etseydim, şu anda başta Sabancı Üniversitesi tarafından olmak üzere en aranan akademisyen olmuştum.
Kazandığım paraları saymak için para makinem olurdu.
Medyanın her daim modası geçmeyen kanaat önderleri arasında başı çekerdim.
İyi ki kendi yolumdan gittim.
O teklifi reddetmemin bedeli ise Zaman, Taraf, Radikal gazetelerinde itibarsızlaştırma ve tehdit içerikli haberler oldu. Çeşitli kurumlardaki danışmanlıklarım sona erdirildi.
Beni ABD adına davet eden arkadaşım ABD’ye geri döndü. Nerede olduğu bilinmiyor.
Ruşen Çakır’gillerin fonlanmasının benim için hiç sakıncası yok. Zaten tüm medya birileri tarafından bir şekilde fonlanıyor.
Sadece iki cümlem var;
Bir, her kim nereden fonlanırsa fonlansın, açıkça fon kaynağını göstermelidir.
İki, ABD birini fonluyorsa bunu asla insanlığın iyiliği için yapmaz, mutlaka kendi çıkarını gözetir, bu da akıldan çıkmasın.
KİME, NE DİYORUM?
Bir, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın KKTC-Maraş’ın yerleşime açılma mesajını kınayan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne “Birilerini kınamadan önce çevrenize bir bakın, kurumunuzu ciddiye alan bir ülke var mı araştırın” diyorum.
İki, hem Cumhurbaşkanı hem de eski vekil Mehmet Metiner, AK Parti’deki “kibir ve böbürlenme”den şikâyetçiler. Sadece onlar mı, tanıdığım ne kadar partili varsa hepsi aynı dertten muzdarip.
Parti teşkilâtına “Ona buna laf yetiştireceğinize oturup bu sorunun çözümüne yoğunlaşın” diyorum.
Üç, Cumhurbaşkanlığı Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Dairesi Başkanı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bayramlaşma görüntülerini başta Fatih Alaylı olmak üzere eleştirenlere video ile cevap verdi.
Cevabın düzeyi, sanki savaştayız abartısı.
Kendisine “Başında bulunduğunuz dairenin amaçları arasında çıkmış krize benzin dökmek mi var yoksa en az hasarla içinden çıkmak mı?” soruyorum.
Dört, bedelli askerlik ücretinde indirim isteyenlere ve bu isteği destekleyen Esnaf Sanatkârları Konfederasyonu Başkanı Bendevi Palandöken’e sadece ve sadece “pes” diyorum ve azıcık yüz kızarması diliyorum.
Beş, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun eşi Selvi Hanım, Armağan Çağlayan’ın konuğu olmuş. Yeni seçmene ulaşma deneyimi açısından yapılan doğru.
Ve fakat, eşinin bamya sevdiğini yıllar sonra öğrenmesini anlamadım.
Selvi Hanıma “Bir eş, bir eşe bu kadar yabancı olur mu, sonuçta bamya bu, pilav değil ki” diyorum.
Altı, 13 milyar bütçesi olmasına rağmen ek bütçe isteyen Diyanet’e “Hani maneviyat bir lokma bir hırkadan geçiyordu, bize bir izah lazım” diyorum.
Yedi, olimpiyatlarda yarışan kızlarımıza “İslamın kızı” babından ahlâk dersi vermeye kalkan İhsan Şenocak’gillere, “yanacağınız cehennem ateşi o kızların elindeki olimpiyat ateşinden olsun” diyorum.
Sekiz, çektiği erotik bile olamayan klip üzerinden “vatan hainliği” tartışması açan Bülent Serttaş’ı ciddiye alıp laf yetiştiren arkadaşlara “Yaa vatan konusunu bu kadar ucuzlatmayın, söyleyen kim bakıp geçin” diyorum.
Dokuz, PSV karşısında hezimet yaşatan Fatih Terim “yeni Galatasaray için zaman lazım” demiş ya, “Pardon da sen bu takımın başına dün gelmedin ki, toplamda 20 yıldır takımın başındasın, neyin kafasını yaşıyorsun!” diye bağırıyorum.
AH O SÜREÇ YÖNETİMİ
Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’nden Melih Bulu alındı. Herkes bir rahatladı, sanırsın üniversitelerimiz ve bilimimiz çağ atladı.
Önce Melih Bulu’nun hatalarını sıralayayım;
Bir, rektörlük teklifini kabul etmesi hataydı.
İki, kabul ettikten sonra Cumhurbaşkanını ikna edip istifa etmemesi hataydı.
Üç, akademik adap bilmezliği hataydı.
Dört, üniversitelerin keyfince yönetime uygun olduğunu sanması hataydı.
Beş, en ama en büyük hatası süreci yönetmekteki olağanüstü başarısızlığıydı.
Sonra da sonucun en büyük başarısının altını çizelim: Üniversite hoca demektir, bunu gösteren de Boğaziçi hocaları oldu. Yürekten alkış.
MELEZ
Hep derim, zamanımızı özetleyen en önemli sözcük “melez”dir.
Ne o, ne bu, hem o, hem bu demektir.
Melezleşmeyen hiç bir yapının ayakta kalma olasılığı yoktur.
Tekstil devi Zara, pandemi sürecinde ayakta kalmasını melezleşmesine borçlu.
Yüz yüze satış odaklı mağazalarını, pandemi sürecinde online satış depolarına döndürmeyi başardılar.
Hem online hem de yüz yüze satışı bir arada sürdürerek satışlarını melezleştirdiler.
PEK SEVDİM
Bir, Gustave Flaubert’in şu cümlesini hem pek sevdim hem de kendimi buldum: “Olgunlaşmamış bir cümleyi alelacele söylemektense it gibi gebereyim daha iyi.”
Yeni kitabı çıkarmakta acele etmeyişimin en gerçek nedeni budur.
İki, sürücüsüz otomobil tasarlamada teknoloji şirketleri birbirleriyle yarışırken, aradan otomotiv şirketi Volvo sıyrılıverdi.
Otomotivde yeniliğe öncülüsü Volvo’nun, “Otomotiv endüstrisinin, teknoloji şirketlerinin eline geçeceğini sananlar yanılırlar. Bir değişiklik olacaksa onu da biz yaparız” açıklamasını sevdim.
Üç, yemek yazarı Şemsa Denizsel, “Bir ev, mutfağı çalışırsa evdir, yoksa sadece binadır” demiş ya pek sevdim.
Ev dediğin içerden yemek, pasta, börek kokuları yayılıyorsa evdir. Yayılmıyorsa, barınak de geç.
BAZEN DURMAK GEREKİR
Hadise, çok sevdiği, en sevdiği, onsuz soluk alamadığı sevgilisi Kaan Yıldırım’dan ayrılır ayrılmaz yeni aşkına yelken açmış.
Beni hiç ama hiç ilgilendirmez. Konum da zaten Hadise değil.
Sadece ilişkilerin insanı yoran bir şey olduğunun altını çizmek istiyorum.
İster gerçek, ister reklam ilişkisi olsun, ister derin, isterse yüzeysel olsun sonuçta o ilişkiye girmesi çıkması bile insanı yorar.
Yeni insan, yeni tavır alış, yeni cümleler vs.
Kalp ayrı, ruh ayrı yorulur.
İnsan, insanı yorar.
Ama her durumda, kendin kendine ne söylüyorsun anlamak için, kendini dinlemek için, ruhunu nadasa bırakmak için iki ilişki arasına (reklam bile olsa) bir ara vermek ilişkinin bekası için iyidir.
AKLIMDA KALAN
Netflix’te yayınlanan “Zorba Nasıl Olunur?” belgeseli: Epeyce tartışıldı. Netflix’te yayınlanan “Zorba Nasıl Olunur?” belgeselinde taraf tutuluyormuş. Batılı zorbalara daha müsamahakâr, doğulu olanlara daha acımasız davranılıyormuş vs. Bende Netflix yok, zaman fakiri olduğumdan. İletişimde en bilinen kuramlardan biri McLuhan’ın “Araç mesajdır” ifadesidir. Siz batılı bir dijital platforma para ödüyorsanız, o bakış açısını da satın alıyorsunuz demektir bu bir. Hiç bir belgesel, gerçekleri bilin diye yapılmaz, belgeselcinin gerçeklerini bilin diye yapılır bu da iki.