PERDELER İNER HAYAT KAYBOLUR
Fakültede “Yazı Teknikleri” dersinde öğrenciler, “konuşma yazarlığı” kısmını pek sever.
Konuşma yazma işi, bizimki gibi herkesin her şeyi bildiğini düşündüğü, dinleyeni dikkate almadığı ülkelerde pek önemsenmez.
Gelişmiş ülkelerde ise en çok aranan uzmanlık alanları arasındadır.
Kültürel açıdan üst düzey birikim ister.
Sözcüklerin gücünün farkında olmak, çok sayıda sözcüğe sahip olmak gerekir.
Konuşma yazmayı öğretirken “metafor” başlığı çok dikkat çeker. Anlatımı güçlendirmek için olmazsa olmazdır.
“Yol”, “ufuk”, “duvar” gündelik dilde en çok kullandıklarımızdandır.
“Perde” metaforu üzerinde uzunca dururuz.
Perde çok güçlü bir metafor, binlerce şey anlatma gücüne sahip.
Gerçek işleviyle bile çok anlam içeriyor.
Sadece evlerimizi dışarıya kapatmaz, karakter de verir.
Sadece göze dairdir. Göreceklerimizin çerçevesini çizer. Görmeyeceklerimizi belirler.
Gözlerimizdeki “perde” o nedenle güçlü bir metafordur.
Münir Özkul tarafından seslendirilen Tovmas Fasulyeciyan’ın unutulmaz tiradının sonunda anlatılan da sadece tiyatro perdesi değildir:
“Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır… Perde !”
Beni vuran. Sancılarda bırakan. Kıvrandıran perdeler ise Hatay’ın yıkıntılarında öylece sallanıp duranlar. Hiç aklımdan çıkmıyorlar.
Ölüme yatmış bir şehirde, inadına yaşanmışlıkları hatırlatıyorlar.
Çoğu taksitle alınan, en güzelini almak için mutfak masrafından kısılan perdeler.
Her sohbette “Tülleri nasıl beyazlatıyorsun” sorusunun mutlaka konuşulduğu, perde ütülemenin zorluğundan dert yanıldığı halde ütüsüz asılmayan perdeler.
Bin bir zahmetle yıkanıp astıktan sonra geriye çekilip bakmayan yoktur.
O sabun kokulu kadınlar, o perdeleri astıkları duvarların altında kaldılar. Onların perdeleri toz toprak içerisinde, yıkıntılardan sarkmaya devam ediyor.
Üzerine umutlar, sevinçler, hüzünler iliştirilmiş sallanıyorlar.
Ne iktidarın gücü, ne muhalefetin eli dokunmamış hiç birine. Siyasetin anlamsızlığını çarpıyorlar yüzümüze.
Herkesin gözüne “perde” inmiş, Hatay görünmez olmuş.
Geçen hafta yitirdiğimiz Füruzan’ın “Parasız Yatılı”daki o unutulmaz saptaması gibi, deprem sonrası yardım ettik diye, unutma hakkımız var sandık.
Ne diyordu Fürüzan:
“10 lira sıkıştırdı elime ablam. Keşke almasaydım o parayı. O parayla üzüntüsünü savdı ablam.”
Biz hepimiz, üzüntümüzü savdık ama o perdeler orada sallanıp duruyor, anlayana.
HATAY: SESİMİ DUYAN VAR MI? CEVAP: YOK!
Herkes suskun. Herkes kör. Herkes sağır.
Hatay deprem gününde bırakılmış. Yardımlar kesilmiş.
Konteynırda yaşamak normalleştirilmiş.
Yıkıntılardan taşlar, kalaslar her an düşecek gibi duruyorlar.
Sokaklarda cam kırıkları bile olduğu gibi bekliyor.
İnsanlar terk edilmiş.
Dürüst olalım, Hatay’ın sesini duyan yok.
Hatay için acilen seferberlik gerekiyor. Mimarlık, mühendislik, ziraat meslek odaları, STK’lar yeniden bir araya gelmeli, Hatay ayağa kaldırılmalı.
Hatay sadece Mustafa Kemal’in değil, hepimizin şahsi meselesi olmalıdır.
Kesin. Net. Acil.
CHP’Yİ KURTARMANIN YOLU KAPATMAKTAN GEÇİYOR
CHP, Kılıçdaroğlu’nun saçmalık ötesi stratejileriyle 2023 seçimlerini kaybedince içine düştüğü çukurdan bir türlü çıkamıyor.
CHP’de öyle olaylar yaşanıyor ki, ortada bir siyasal partinin varlığından söz edilemez.
Siyasal analizler yapılamaz. Daha kaç kez yazacağım bilmiyorum, CHP kapanmadan CHP fikri hayat bulamaz.
İşte size dört örnek;
Bir, kişisel hırslar.
Belediye başkan adayları açıklandıkça itirazlar, isyanlar, istifalar yükseliyor. Bir parti düşünün ki kişilerin çıkarları fikirlerin önüne geçiyor.
Ortada fikir falan da yok ya.
Düştükleri çukurda birbirlerini eteklerinden aşağı çekmekte, biri diğerinin üstüne basıp kendisini çukurdan dışarı atmakta yarışıyorlar.
Sonuçta tuhaf tuhaf işler oluyor.
İki, Lütfü Savaş rezaleti.
Yüzde 85’i yok olmuş Hatay’a mevcut belediye başkanı Lütfü Savaş’ı aday gösterdiler. Utanmadılar.
Gerekçeleri ayrı skandaldı, “Daha iyisini bulamadık.”
Bir teşkilatın iyisi buysa, o teşkilat nasıl seçim kazanır?
Daha aday gösterilmeden itiraz ettiğim Lütfü Savaş, depremin yıldönümü törenlerinde onca kalabalık içinde tam da dibimden geçmez mi?
İşte o an hocalığımı unuttum, yazarlığımı bir kenara ittim ve kulağına doğru olanca gücümle haykırdım: “Lütfü istifa!”
Binlerce kişi aynı isyanla meydanı inletiyordu Hatay’da.
Tepkiler üzerine CHP, Lütfü Savaş için kamuoyu yoklaması yapmaya karar vermesin mi, evlere şenlik bir durum.
Siyasi tüm bilgilere, olgulara ters. Araştırma aday göstermeden yapılır, aday gösterildikten sonra yapılana araştırma denmez.
Üç, Gürsel Tekin’in istifası.
Partide onca şey olsun sesini çıkarma. İlkeler, ideoloji yerle bir olsun görmezden gel.
Ne zaman ki belediye başkan adayı yapılmadığını öğren, o zaman istifa et.
Hak, hukuk, parti, tüzük hatırla.
Böyle bir ilkesizlik görülmüş şey değil.
Dört, Mansur Yavaş’ın CHP logosundan kaçışı.
Yavaş, CHP’nin dağılmasından kurtulmak için partiler üstü bir imaj çizmeye çalışıyor. Mecbur kalmadıkça CHP logosu kullanmıyor, kendisi için doğru parti için ne hazin.
Bir siyasi parti düşünün ki başkent adayı kendisinden utanıyor. Filmi çekilse abartılmış denmez mi?
Mustafa Kemal kalkıp gelse bu CHP’ye tenezzül bile etmez, yeni bir parti kurardı. Mevcut CHP’den kimseyi de kapısının önünden geçirmezdi.
ÜNİVERSİTELER HALKA AÇILABİLİR Mİ?
İstanbul Üniversitesi’ni halka açmışlar! Bildiğin müze muamelesi yapmışlar diyeceğim, müze görmeyen halkımız İTÜ’ye gitmiş, sınıfları, öğrencileri incelemiş, yetmemiş fotoğraflar çekmişler.
Sanırsın yeni canlı türlerini doğal ortamında izliyorlar.
Geldiğimiz nokta şu mudur? Hocaları kampüse alınmayan üniversiteye yoldan geçen girebiliyor.
Tamam halk ve üniversite buluşması iyi bir şeydir de, böyle bir şey değildir.
Bu uygulama ne üniversitede itibar bırakır, ne öğrencide üniversite ideali.
Bilgiye, bilime, üniversite fikrine hakarettir ve derhal bu uygulama durdurulmalıdır.
ALTINI ÇİZDİĞİM DURUMLAR
Bir.
Anagold Şirketi’nin altın madeninde koskocaman dağı göçürdüler. 9 işçiden haber yok.
Yabancı şirketlerin kendi ülkelerinden uzakta, benim güzel ülkemde dağı taşı zehirleyip yok etmeleri kabul edilemez.
Kabul edenlerin gerekçelerini bilsem de anlamakta zorlanıyorum.
Bu şirket birkaç yıl önce benden danışmanlık istemişti, asistanım hatırlattı.
İlkesel olarak maden şirketlerine ama özellikle siyanür kullanan altın şirketlerine danışmanlık vermediğimi söylemiştim.
Teklif ettikleri çok sıfırlı dolarları reddetmeme şaşırmalarını unutmuyorum.
Hayatımızı kendimiz yapıyoruz. Onu onurlu yaşamanın bedeli neyse ödedim, ödüyorum, ödeyeceğim. Sıkıntı yok. Baş dik, dil keskin.
İki.
Kaçak iş adamı Sezgin Baran Korkmaz’dan para alan 12 gazeteci olayı vardı hatırlarsınız. Üzeri örtülmüştü.
Konu ortaya çıktığı günlerde de yazmıştım, o 12 gazetecinin adlarının açıklanması gerekiyordu.
İş adamlarıyla etik dışı, meslek ahlâkıyla asla bağdaşmayan ilişkiler kuran, gazeteciliğin yüz karası isimleri herkes bilmeli.
Fatih Altaylı’dan öğrendik ki o dosya yeniden açılmış.
Gazetecilik meslek kuruluşlarının yok hükmünde olduğu ülkemde ahlaksız gazetecileri afişe etmek mesleği temizlemeye yetmese de, yaptıkları yanlarına kâr kalmaz, meslek onurunu satarak kazandıkları mülkün keyfini rahatça süremezler.
Üç.
Kaç kez yazdım hatırlayan okurlar vardır, ortam kanalizasyona benziyor, burnunu kapatmadan yaşayamıyorsun diye.
2023’ü anlatan sözcük ne olmuş biliyor musunuz: B.ktanlaşma!
American Dialect Society seçmiş bu sözcüğü, bence de cuk oturmuş.
Dört.
Mansur Yavaş’ın taksicilere seçim vaadini duyunca şaşkına döndüm.
“Hem taksicilerin hem de müşterilerin güvenliği için taksilere ücretsiz olarak kamera” takacakmış.
Üstelik İzmir’deki kanımızı donduran taksici cinayetini o taksinin kamerasından izleyişimizin şokunu atlatamadan.
Halbuki kameralar güvenliğinizi sağlamaz, sadece başınıza gelenin izlenmesini sağlar.
Beş.
Yazar Mine Kırıkkanat, Elif Şafak’a açtığı intihal davasını kazanınca ortalık karıştı.
Şafak’çılar, kendisinin daha önce de benzer durumlarda adının geçtiğini unutup, bilirkişiyi eleştirdiler. “İki kitap arasında benzerlik yok” dediler.
Mine Kırıkkanat’tan hazzetmem o ayrı, ama iki kitabın adı bile pes dedirtecek cinsten: Şafak’ın kitabının adı “Bit Palas”, Kırıkkanat’ın kitabının adı ise “Sinek Sarayı”
Konulara, karakterlere girmeyeceğim bile.
Allah herkese Elif Şafak lobisi versin diyeceğim başka da bir şey demeyeceğim.
Altı.
Daha önce Netflix’in “Sıcak Kafalar” dizisini saftirik izleyiciye şahane orijinal senaryo diye yutturmuşlardı. Bu köşede o dizinin Kanada filmi “Öldüren Kelimeler”den birebir kopya olduğunu yazmıştım.
Şimdi de Yılmaz Erdoğan’ın “İnci Taneleri” dizisinin, “Gönül Yarası”ndan esinlenme olduğu söyleniyor.
İlki hiç değilse uzaklardandı, ikincisi en iyi bilinen filmlerimizden. Diyecek söz yok.
Orijinalin iş yapmadığı günlerde orijinal iş zaten yapılmaz.
HASTANE GÜNLÜĞÜ
Babamın hastalığı nedeniyle hastanede üçüncü ayımız.
İnsan her koşula alışıyor, hastaneye de alıştık.
Hastanede yaşam şöyle bir süreç izliyor:
İlk günlerde, nasılsa hemen çıkarız diyorsun, bir iki eşya dışında yanına bir şey almıyorsun.
Yemeklere burun kıvırıp simit poğaça idare ediyorsun.
Sonra sanırım biraz uzayacak gibi deyip ufak ufak yerleşmeye başlıyorsun.
En sonunda umudu kesip, tencere tavayı bile düşünecek kadar evi hastaneye taşıyorsun.
İnsan her koşula eninde sonunda alışıyor.
Ve…
Sağlık çalışanlarına bir kez daha, bir kez daha saygı duyuyorsun. Ne gece diyorlar ne gündüz, insan üstü bir emek harcıyorlar.
Sen de her defasında “iyi ki varlar” diyorsun, ben onların yaptıklarını asla yapamazdım diyorsun.
SEVGİLİLER GÜNÜ İKİLEMİ
Sevgilin yoksa;
Sokağa çıkasın, kendine bakasın gelmiyor. Mümkün olsa yataktan çıkasın olmuyor.
El ele yürüyen, sarmaş dolaş gezen tiplere gıcık oluyorsun.
14 Şubat’ın her dakikasında “Benim neyim eksik” sorguluyorsun.
Hayatını işkenceye çevirdiğini unutup, eski sevgilinden ayrıldığın için kendini suçluyorsun.
En yaratıcı hediyeleri düşünüp “neler yapardık neler” diye hayıflanıyorsun.
Aşk filmlerini izleyip arabeske bağlıyor, filmi bahane edip zırıl zırıl ağlıyorsun.
Sevgilin varsa;
Ne alsam, nereye gitsek, ne yesek dışında bir şey düşünmüyorsun.
Ay ne sıkıcı.
AKLIMDA KALAN
Ölmüş şöhretlerin bitmeyen çilesi: Ömrünü verip şöhret oluyorsun, hayranların oluyor, başlarda değilse bile sonlarda parayı buluyorsun. Ölüp gidince vârislerin miras kavgasına düşüyor. Şimdi bu eskidi, şöhret ölünce arkasından hemen filmini yapıyorlar. Vârisleriyle yapımcıların tek derdi kârı üleşmek. Kâr için senin hayatını belki de senin hiç sevmediğin biri oynuyor, hayatını hayat yapan ayrıntılarla oynuyorlar, sosluyorlar vs. Belki filmde hiç doğru yok, o zaman “sadece film canım” deyip geçiyorlar. Oysa izleyici de seni öyle yaşamış sanıyor. Sen mezarında dört dönüyorsun. Eğer şöhretsen sen sen ol, ölmeden önce hayatının film haklarını kendin düzenle.