“Pipini göster çocuğum”
Geçtiğimiz hafta 10 yaşında bir çocuğun zekâsını ve felsefe tutkusunu konuştuk.
Bir de genç meslektaşım Ceren’in katilinin avukatını.
Birbiriyle alâkasız gibi duran konular.
Okurlarım bilir ki, herkese (özellikle çocuklara) boş zamanlarında puzzle yapmalarını öneririm.
İyi puzzle yapıyorsanız alâkasız görünen konular arasında alâka kurarsınız.
10 yaşındaki Atakan’a göre “felsefe çok önemli”, “ahlâk eğitimi şart”.
Etik meselesinin en ağır filozoflarından Spinoza’yı yalayıp yutmuş velet.
Bir çocuk kafayı neden felsefe ve ahlâka takar derken, Ceren’in katilinin avukatı zafer için her yol mubah dercesine kirli savunmasıyla mideleri bulandırdı.
Hukuk fakültelerinin ders kataloğunda “Felsefe” var mı diye baktım.
Bir ikisi hariç yok.
Ama ilk seviye, ileri seviye “Amerikan Hukuku” var.
Hukukçular dava konulu Hollywood filmlerini anlasın diyedir herhalde.
Oysa. Her yükseköğrenim programında “felsefe” zorunlu ders olmalı.
Felsefesiz doktor da, iletişimci de, veteriner de olamaz.
Atakan’ın gördüğü ilgiye gelelim.
Misafire “pipini göster çocuğum” diyen baba, kendi pipisini gösterme bilinç altısını çocuğu üzerinden dolayımlar. O misal.
Felsefe, etik, ahlâk temel dert olmayınca, dert eden 10 yaşında da olsa ilgi görmez mi?
O masaldaki “Kral çıplak” diye bağıran çocuk misali.
“Ne dinlemediğimi söyleyeyim rap ve Aleyna Tilki” diyen Atakan, popülizmin dayatmalarına itiraz ediyor.
“Felsefe”si olmayan insan/ toplum, içi boş teneke gibidir. Çok ses çıkarır. Pek bir işe yaramaz.
VAN DEPREMİ VE ÜÇ TARAFA ÜÇ SORU
Bir, fay hatları üzerindeki yerleşim yerlerinde görevli yöneticiler, hiç mi “deprem olursa bu binalardaki insanlar ölür mü” diye inceleme yapmaz?
İki, her küçük sarsıntıda işlemez hale gelen Turkcell, Vodafone, Türk Telekom GSM şirketleri, kazandıkları onca parayı nereye yatırıyorlardır?
Üç, bir depremde halka “hatları meşgul etmeyin” demek yerine, GSM şirketlerine “gelirinizin bir kısmını şebekenizi iyileştirmeye ayırın” fırçası atmak gerekmez mi?
SENİ SADECE SEN SATARSIN!
Galatasaray, Fenerbahçe’yi evinde 21 yıl sonra net sonuçla yendi.
Beni skor ilgilendirmiyor. İletişimsel dökülüşe bakarım.
Kaç kez yazdım, Ali Koç ve Ersun Yanal’ın ne süreç ne de iletişim yönetimiyle ilgileri var.
Ali Koç, daha başında taraftar istedi diye Ersun Yanal’ı transfer ederse, taraftar isteyince de göndermek zorunda kalır.
Bir yönetici rüzgârdaki yaprak gibi savrulabilir mi?
Ersun Yanal’a gelince.
Duygularından iletişimine kendisini yönetemeyen bir adam, bir takımı da yönetemez.
Daha maça çıkarken, duruşundan kılık kıyafetinden belliydi sonuç.
Süreçte o kadar çok insanı incitti ki, şimdi arkasında duracak üç kişi bile bulamayacak.
Geçen hafta “yazık olacak” demiştim, oldu.
Ali Koç ise ya acilen aklını başına toplayacak ya da Koç markasına zarar vermemek için Ersun’la el ele çekilip gidecek.
Maç sonrası taraftarın üstüne yürüyerek “satmayın beni” diye bağırması acıklıydı.
Taraftara güvenerek yürüyemezsin, taraftar sadece zaferle beslenen bir canlı türüdür.
Dahası, tavır ve davranışlarınla sadece sen seni satabilirsin.
BENCE
Bir, Kılıçdaroğlu CNN Türk boykotunu delen partililere parti disiplininin ifade özgürlüğünün üzerinde olduğu konusunda ders vermeli.
İki, Oray Eğin’in 17 Şubat tarihli “Çeşme’nin Geleceği” yazısını ve Hıncal Uluç’un 19 Şubat’taki “RTÜK ne işe yarar” yazısını okuyun.
Üç, Ekrem İmamoğlu’nun yöneticilerini toplayıp Sapanca’da kamp yapmasıyla, Instagram hesabımdan “önceliği kurum içi iletişime vermeliler” önerimin bir ilgisi var.
Dört, polislere getirilecek olan 8 saat mesaiden sonra 24 saat izin uygulaması belediye otobüsü şoförlerine de mesai saati daha azaltılarak olmalı.
Beş, RTÜK bir kaos havuzunda debeleniyor. Halbuki çağırsa Ankara Üniversitesi İletişim Araştırma ve Uygulama Merkezi’ni, çoğu sorunu çözecek.
Altı, yeni imar kanunu ile “Deniz üzerine iskele yapılamayacak” maddesi işe yaramayacak. Nereye koşturacağını bilemeyen Çevre ve Şehircilik Bakanına yeni bir teftiş alanı daha çıktı.
Yedi, koylarımızı öldüren balık çiftliklerine de bir el atılsa, dünya kurtulmaz ama koylarımız kurtulur.
Sekiz, TED ve TEDX konuşmaları Türkiye’de epeyce itibar kaybetti. TED konuşması yapmayanı dövecekler neredeyse.
Dokuz, “tılsımlı” diye satış rekorları kıran kitap, metrekareye düşen üfürükçü sayısındaki artış bulaşıcı ruh hastalığına yakalandığımızı gösteriyor.
On, “Öğretmen” dizisi var ya, özlediğimiz İlker Kaleli’ye bizi kavuşturacağı gibi toplumsal yaralarımızı sızlatacak, ilgi görecek.
Onbir, Fatih Altaylı haklı, RTÜK, Zuhal Topal ve Seda Sayan’lı yemek programlarını cezaya boğmalı. Belki o zaman yayından kalkarlar.
HER ŞEY VAR BİR O EKSİKTİ
Nur topu gibi bir gazetecilik örgütü daha olmuş: Küresel Gazeteciler Konseyi.
Sanki diğerleri çok sorun çözdü de.
“İşte o nedenle kuruldu zaten” diyebilirsiniz.
Araştırdım, inceledim.
İsimlerinde “küresel” yazıyor ama 16 kurucusundan iki, bilemedin üçü İngilizce biliyor.
Misyonları hayli iddialı.
“Türkiye, Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu öncelikli olmak kaydıyla, tüm ülkelerde gazetecilerin mesleki, sosyal ve kültürel değerlerini arttırıcı, kaynaşma ve dayanışmayı geliştirici önlemler alınmasını sağlamak üzere çalışmalar yapmak.”
Bir, arkadaşlar içinde “küre” geçiyor diye, “küresel”in tüm dünyayı kapsadığını sanıyorlar, yanlış.
İki, sanki kendi ülkelerindekini çözdüler de başka ülkelerdeki gazetecilerin sorunları kaldı.
Neyin kafasını yaşıyor bu arkadaşlar? Bir anlatırlarsa bilgilenmiş olurum.
ÖLMÜŞ ŞARKILARA NEFES ÜFLEYEN ŞARKICI
Mustafa Sandal’ı oldum olası sevmedim. Şarkıları bana ilkokul müsameresi çağrışımı yaptı hep.
Ve fakat. “Jest oldu” şarkısını Karsu’dan dinledim.
Yok böyle bir şey.
Nasıl güzel söylemek öyle.
Bayıldım.
Demek ki bir şarkının kaderini bestesinden çok söyleyen belirlermiş.
TAMİRCİ ARIYORUM
Durun, hemen “hangi konuda” demeyin.
Hangi konuda olursa olsun.
Çünkü tamircilik bu zamanın mesleği değil. Bir dönemin kapanışının simgesi.
Yavaş yavaş siliniyorlar.
Hiç dikkatleri çekmiyor.
“Kullan-at” toplumunda ayakkabılar tamir edilmiyor, ayakkabı tamircileri gitti.
Pantolon yaması, triko yaması yapan terziler azaldı.
Çanta sapı dikecek kimse yok.
Çaydanlık ibiğini tamir edecek ustaları sokak sokak arayıp, zor buluyorsun.
Annemin pencerelerde beklediği dikiş makinesi tamircileri de yok.
Ütü tamircisi sorduğun herkes “Boş versene yeni ütü al” cevabı veriyor.
Tamircilerin bir bir kayboluşu çok şey anlatıyor.
Eşyalarımızın hayatlarımıza tanıklığı bitiyor. Tıpkı hayatlarımıza tanık olan insanların bittiği gibi.
İlişkilerimiz inceldiği yerden kopuyor. O kopuşu tamir etmeye ne niyet ne takat var artık.
“Kullan at” ürünler kullanırken, kendimizin de kullanılıp atılanlara dahil olduğumuzu unutuyoruz.
DUYURU
Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları Uygulama Merkezi, bahar döneminde üç program açtı:
Bir: “Yeni Dünyada Siyasal İletişimi Yönetmek” Eğitim Programı.
İki: “Kurumsal İletişim Yönetimi” Sertifika Programı.
Üç: “Sivil Toplum Kuruluşlarında Kapasite Geliştirme ve İletişim” Sertifika Programı.
Üçüne de başvurular sürüyor.
Bence kaçmaz.
AKLIMDA KALAN
23 Nisan’ın 100. Yılı: Pek bir şey kalmadı şurada. Acaba hangi siyasi görüşten olursa olsun tüm dernekler, kuruluşlar kendi festival programlarını mı yapsalar? İlkokullarda çocuklara şiir okutmakla sınırlamak yerine hepimizin içindeki çocukları keyiflendirecek şölenler için hazırlıklara mı başlasak? İşte kaldı 60 gün! İki ay yani. @23nisanin100u #23nisanin100ü