Prof. Dr. Erol Göka koronanın psikolojik etkilerini anlattı: Korona günleri hepimizi silindir gibi ezip geçiyor
Koronavirüs tüm dünyayı olduğu gibi Türkiye'yi de etkilemeye devam ediyor. Önlemler kapsamında evlerine kapananlar büyük bir değişim içinde. Bu değişimi "Korona günleri hepimizi silindir gibi ezip geçiyor" sözleriyle ifade eden Psikyatr-yazar Prof. Dr. Erol Göka, "Benim tek umudum, korona günlerinin bazı insanların manevi bakışını derinleştirmesinde" ifadelerini kullandı. İşte Göka'nın koronanın psikolojik etkileri üzerine verdiği o röportaj...
Korona günleri öncelikle hekim/psikiyatr, sonra bir entelektüel/münevver olarak nasıl değişiklikler ve sorumluluklar getirdi hayatınıza?
Çok fazla değişiklik olmadı görünüşte. Zira işinden (hastaneden) evine, hayli mutat seyreden, okumak ve yazmakla geçen bir hayatım vardı. Aile efradıyla arada bir yemeğe ve hafta sonları otomobille çevre gezmelerine çıkmak en değişken bölümüydü hayatımızın. İlk önce tedbirler bağlamında bu değişken bölüm değişti. Bir ara 60 yaş üstü idari izinli genelgesi nedeniyle hep evde oturacağımı düşünüp üzülmüştüm ama ertesi gün bu kararın hekimler için geçerli olmadığı anlaşılınca hemen işime koştum. Sadece tempomu biraz azalttım, zaten “hastanelere zorunlu olmadıkça gelmeyin!” çağrısı bağlamında işlerimiz azalmıştı. Ankara Şehir Hastanesi’ndeyim. Sağlık Bakanlığı’nın hemen yanı başında olan ve Korona salgınında en önemli görevleri üstlenen bir hastanede. Hekimlerimiz canla başla Korona virüsüne karşı mücadele verirken, bizim ekip de diğer psikiyatrik hizmetlerin yanı sıra sağlık çalışanlarına psikolojik destek hizmetleri üretmeye gayret etti. Ekibimin yanında olmak, onlara destek vermek birinci sorumluluğum haline geldi. Eve olabildiğince “temiz” gitmek ve ev halkını kendimden “uzak” tutmaya çalışmak, hekim olan eşimle birlikte bir yandan çocukları ve aile büyüklerini enfeksiyona karşı uyarmak ve korumak, çocukların online derslerine yardım etmek, ikinci önemli sorumluğumdu. Sosyal medya aracılığıyla çevremi ve ulaşabildiğim herkesi sükunete çağırmak ve bilebildiğim ölçüde doğru bilgi aktarmak da bir başkası…
Görünüşte çok fazla değişiklik olmadı ama iç dünyam müthiş bir sarsıntı geçirdi. Adeta sorumluluktan dona kaldım. Salgının en az zararla ve bir an evvel atlatılması için neler yapabileceğimi düşünmekten başka bir şey düşünemez oldum. Akademik ve entelektüel çabalara odaklanamadım. Çok yoğun okumalarım, hayli verimli bir düşünce akışım ve yazı hayatım vardır ama bu süreçte oldukça zorlamalı bir biçimde, çok az okuyabildim ve iki meslektaşımla birlikte yazığımız korona günlerinin psikolojisiyle ilgili sadece bir makale üretebildim.
Hemen her disiplinden, kesimden insan “artık hayatımız eskisi gibi olmayacak” diyor. Nasıl bir değişiklik beklentisi ile söyleniyor bu? Sizce de değişecek mi hayat, dünya?
Güzel söz ama siyaseten söylenenler mesela Sayın Cumhurbaşkanımızın ifadeleri dışındaki bu tür sözlere tam anlam veremediğimi söylemeliyim. Keşke değişim, hele hele olumlu yöndeki değişim böyle kolay (!) olsaydı. Dünya ne salgınlar atlattı, yaşadığımız iki büyük dünya savaşı, daha dün gibi… Ve zaten 10 yıldan beri içten içe yine büyük bir küresel paylaşım mücadelesinin içinde değil miydik!… Hele bizler, etnik gerilimden mezhebi gerilime, darbelerden demokrasi mücadelesine oradan oraya savrulup durmuyor muyduk? Tüm bunlar ne kadar değiştirdi bizi?… Başımıza gelen belalar, her seferinde bizi biraz daha kuruntulu, şüpheci, güvensiz ve gücü arzular insanlar yapmaktan başka bir işe yaradı mı?…
Bakın modernliğin ilk zamanlarından bu yana birçok aklı başında insan gidişatımızın iyi olmadığını haykırıp duruyor. Kaçımız, onların uyarılarına ne kadar kulak verebildik? Tabiatla ve diğer insanlarla barış ve dayanışma içinde, kanaatkarlığa ve merhamete dayalı bir dünya için elimizden ne geldi? Hepimiz sonunda şöyle ya da böyle teknomedyatik dünyaya ve taleplerine ayak uydurmak zorunda kalmadık mı?…
Şüphesiz insanlık tarihinde mutlaka önemli bir biçimde yer alacak, ağır bir pandemi yaşıyoruz. Korona günleri hepimizi silindir gibi ezip geçiyor, daha da geçecek. Her birimiz eski beğenmediğimiz günlerin meğer ne kadar güzel olduğunu görüyor, kıymetini bilemedik diye hayıflanıyoruz. Ama eminim ki, daha “yeni vaka sayısı” inişe geçmeye başlar başlamaz, psikolojimiz de eski halini almaya başlayacak…
Elbette birkaç ay içinde kendimize gelemeyeceğiz: Elbette Korona günlerinde alıştığımız “sosyal mesafe”, titiz temizlik ve maske takma gibi alışkanlıklar epey bir süre daha gündemimizde olacak. Elbette yeni pandemi ihtimalleri ve virüslerle savaş, aşılar, serumlar, yeni tıbbi teknikler zihnimize ve hayatlarımızı dolduracak. Ama gün gelecek her şey kaldığı yerden devam edecek. Yani ne kapitalizm değişecek ne teknomedyatik dünya…
Benim tek umudum, Korona günlerinin bazı insanların manevi bakışını derinleştirmesinde. Daha güzel bir dünya için düşünce ve sanat hayatında daha kaliteli eserler ortaya çıkarken, hikmetli, kanaatkâr, dayanışmacı bir bakışın yavaş da olsa yayılması. Çünkü Korona günleri tüm bunlar için fıtratımızı daha uygun hale getirdi, insanlık toprağımızı sürdü, nadasa bıraktı.
Salgının getirdiği değişim yaşam pratiğine nasıl yansıyor/yansıyacak? Yoksa iç dünyamızı da, düşüncelerimizi, fikrimizi de etkileyecek mi?
Anlatmaya çalıştım üzerimizden bir silindir geçiyor şimdi. Canımızı çok acıtıyor, endişemiz tavan yapıyor, travma adeta zihnimizi oyuyor, eski hayatlarımızı özlüyor, kıymetini bilmediğimize yanıyoruz ama insanlar, psikolojiler ve kişilikler sandığımızdan daha dayanıklı ve dünya hayatı tahmin ettiğimizden daha direşken… Bizim dünyaya, insanlara ve kendimize, kendi ellerimizle yaptıklarımızı derinlemesine düşünme alışkanlığı kazanmadan sadece başımıza gelen büyük felaketlerle değişeceğimizi sanmıyorum. Yavaş yavaş pandeminin etkileri onarılır ve kaldığımız yerden eski dünyaya ve düşünme biçimlerine devam ederiz diye düşünüyorum.
“Sosyal psikologlar, itaat ve sosyal uyum deneylerini yeni baştan kurgulamalı. Konformizm ve kriz durumlarında asla aynı tepkiler verilmiyor. Aynı şey, modernlikle hümanizm ve demokrasiyi eşitleyen teoriler için de geçerli. Önce mülteciler sonra korona boşa çıkardı tüm bu tezleri.” Dediniz. Sizin gözleminiz nedir? Olağan ve olağan üstü dönemler sosyal uyum ve itaat bakımından ne gibi farklılıklar gösteriyor? Hangi kavramları yeni/yeniden tartışmaya açıyoruz/açmalıyız?
Teşekkür ederim benim sosyal medyadaki bir ifademi takip ettiğiniz ve gündeme getirdiğiniz için… Biliyorsunuz sosyal psikolojide Milgram deneyleri diye adlandırılan insanın otoriteye itaate, eline imkân geçtiğinde kraldan çok kralcı olmaya meyilli olduğuna dair çalışmalar var. Yine insanların çoğunluğun davranışına uyum göstermeye meyyal olduğunu gösteren “sosyal uyum” deneyleri de pek meşhurdur. Bu deneyler vakti zamanında da çok eleştirildiler. Liberal batı demokrasilerinde, belli konformizm ortamında yetişmiş insanlarla yapıldığına dikkat çekildi. Korona günleri, bu eleştirileri daha çok dikkate almamız gerektiğini de gösterdi bence. Zira hayret verici bir biçimde bazı insanlar, bırakın siyasi otoriteyi, sağlık otoritesine bile uymadılar. Demek ki kendimize ve başkalarına zarar vermeme konusunda otoriteye ve çoğunluğa uymayan bir yanımız da var. Konformizm koşullarında pek göstermediğimiz bu yanımızı kriz zamanları ortaya seriveriyoruz. Kural tanımadan, hiçbir şey yokmuş gibi sere serpe davrananlar ve sözüm ona salgından kaçmak için sahillere doğru otomobillerini sürenler, Korona günlerinde adeta beynimi zonklattılar. Tamam biliyoruz panik hallerinde, mesela yangın çıktığında, kimseyi düşünmeden kapıya koşuyor insanlar ama henüz daha düşünmeye vakit varken nasıl böyle bencilce davranabildiler, hala bunu düşünüyorum.
Üstelik bu davranışları en modern batılı ülke insanları da yaptı. Hatta daha da ileri gittiler, mağazaları yağmaladılar, kimseyi düşünmeden her şeyi satın aldılar. Aslında pek şaşırmadık onları bu halde görünce. Çünkü batıya mülteciler göç etmeye çalışırken onların neler yapabileceklerini görmeye başlamış, modernlik, demokrasi ve insan hakları gibi kavramların koşullar biraz zorlaştığında pek de iyi işlemediklerini yavaşça idrak eder hale gelmiştik. Zaten onlar da demokrasi ve insan hakları kavramlarını epey zamandır fazla kullanmıyorlardı.
Neler değişecek diye soruyordunuz ya Zeynep Hanım, sanıldığı gibi bir Aydınlanma yaşanmayacak, insan fıtratı değişmeyecek ama işte bu kavramların içerikleri değişecek, sanıyorum Korona günlerinden sonra insanlar teknofaşizmde, teknodespotizmde daha kolay ittifak edecekler. Orwell’ın 1984’te anlattıkları, Matrix filminde tasvir edilenler korona günlerinde Çin’de gerçekleşmeye başladı bile.
Küresel bir mesele ile karşı karşıyayız. Bununla beraber, Türkiye kendi bünyesinde, kültürünün içinden nasıl yorumluyor salgını? Nasıl anlamlandırıyor? Gerek sağlık, gerek insanî yönden nasıl yaşıyoruz?
Maalesef karantina şartlarında toplumuzu değerlendirmek için yeterince gözleme sahip olamadım. Sosyal medyayı izliyorum ama orası tam bir felaket asla toplumuzu yansıtmıyor. Her şey siyasi ve hayli kutuplaştırıcı ideolojik bir dille ele alınıyor. İnsanlarımızın büyük çoğunluğunun temkinli, tedbirli oldukları, sorunun ciddiyetini fark ettikleri, tevekküllerinin kurallara uygun yaşamaya mâni olmadığını anladıkları kanaatindeyim. İnsanımız kimilerince “kaderci” diye küçümsenir, birçok konudaki tutumları buna bağlanır. Hiçbir zaman benim gözlemlerim bunu doğrulamadı. İnsanımız elbette kadere inanıyor, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğini amentüsü olarak kabul etmiş ama bu asla onları tembelliğe, tedbirsizliğe sevk etmemiş. Korona günlerinde de kurallara uymamayı kaderciliğe bağlayanlar oldu ama onlara katılamayacağım. Gördüğüm kadarıyla kurallara uymayanlar da kıyamet teorileri ile uğraşıp duranlar da mütedeyyin insanımız değildi. Onlar daha çok gelecek kaygısıyla uğraşıyorlar, çabalayarak ve dua ederek olumsuz etkinin azalmasına katkı vermeye çalışıyorlardı. Sosyal medyada hiddetli bir biçimde süren bilim mi inanç mı tartışmasının da insanımızı zerre miskal ilgilendirdiğini sanmıyorum.
Özelikle inançlı insanlar dünyadaki adaletsizliklerin, merhametsizliklerin (mesela Suriye, mesela açlık, mesela uzak sayılan, medeniyet ötesi sayılan coğrafyaların normu haline gelmiş olan savaş ve hastalıkların hüküm sürdüğü, ambargolu bölgelerdeki insanların neredeyse âhı gibi) bir bedeli gibi de yorumluyor. Salgın küresel olmakla birlikte yorum ve davranış bakımından farklılıklar var mı kültürler ve ülkeler arasında?
Olmaz olur mu, bir kültürün içine doğuyor, onun içinde nefes alıp veriyoruz, tüm düşünce temrinlerimizi yetişmemiz sırasında öğreniyoruz. Her kültürün insanı olaylara kendi kavlince bir yorum getiriyor. İnsanımızda başımıza gelenlerin yaptıklarımızın karşılığı, günahlarımızın kefareti olduğuna dair bir yorumlama tarzı olduğu doğru. Ama yorumlarına yön veren, ilk bakışta birbiriyle uyumsuz birçok başka tarza da sahip. Bir olay olduğunda, bir afet vuku bulduğunda bu yorumlama tarzında kendisine en uygun olanı, bir psikolojik savunma sisteminin içinde devreye alıyor… Yine büyük ölçüde sosyal medyadaki gözlemlerime dayalı olarak, özellikle salgının ülkemizi ve Müslüman dünyayı henüz pek vurmadığı zamanlarda, söylediğinize benzer yorumları fazlaca gördüm. Hatta kimileri daha da ileri gidiyor, olup biteni İslam’ın nihai galebesi olarak yorumluyordu. Abartanlar her zaman olacaktır ama adil bir dünya arayışını pekiştiren yorumların hepimize iyi geleceğini söylemeliyim, bana çoğu zaman iyi geldiklerinden biliyorum.
RÖPORTAJIN TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ