Rakamlar bize ne söyler?
Dikkatinizi çekti mi bilmem, geçen hafta Türkiye Araştırmacılar Derneği bir açıklama yayınladı.
Ama önce, aynı günlerde üç ayrı araştırma şirketinin yaptığı araştırma sonuçlarını yazayım.
Araştırma sorusu benzer: Bu pazar seçim olsa hangi partiye oy verirsiniz?
Araştırma tarihi neredeyse aynı.
(Araştırma şirketlerine “X” dedim.)
Araştırma şirketi: X1
AK Parti: %28.7
CHP: 24.7
İYİ Parti: %21.7
Araştırma şirketi: X2
AK Parti: %35.4
CHP: %26.7
İYİ Parti: %11.2
Araştırma şirketi: X3
AK Parti: %32.7
CHP: %22.6
İYİ Parti: %15.1
Rakamlara boğulmayın, kısacası şu: X1 şirketi ile X2 şirketi arasında AK Parti’deki fark %6.7, X2 şirketi ile X3 şirketi arasında CHP’deki fark %4,1.
Türkiye’de hem siyasi hem de ticari kamuoyu araştırmaları tam bir başıboşluk içerisinde.
Geçmişte büyük farklarla hata yapan araştırma şirketleri en itibarı yüksek şirket olarak referans alınıyor.
Bu şirketlerin (uyanık oldukları için) sık aralıklarla farklı rakamlar açıklayarak, seçim ertesinde sonuca uygun olanı, “Biz bildik” olarak sunacakları kuşkusuz.
Halbuki araştırmaların seçim sonuçlarına etkisi tartışmalı. Önemli olan siyasi iklim.
İşe yaradıkları kısım, medya gündeminde yer almak ve ağzına laf arayan yorumculara malzeme sağlamaktır.
Üstelik, partiden partiye transfer olan, sipariş usulü seçim sonucu açıklayan şirketler var.
Araştırma yöntemleri sorunlu, araştırma soruları manipülatif.
Uluslararası düzenlemelere (örneğin ESOMAR, WAPOR vs.) uyanı bulmak zor.
İşte Türkiye Araştırmacılar Derneği diyor ki, “Biz bu kirlilikten rahatsızız.”
Ben de rahatsızım. O nedenle araştırma sonuçlarını ciddiye almıyorum.
21. Yüzyılda insanların ve yönelimlerinin rakamlarla tanımlanmasının olanaksız olduğunu biliyorum.
Söylediğim şey, “Rakamlar yalan söylemez, yalancılar rakamları kullanır”dan çok daha öte bir bilgi.
İnsanın söylediği, düşündüğü ve yaptığı arasındaki dengesizlikleri ölçebilmek neredeyse olanaksızlaştığı için yoruma, anlamaya (hermeneotik) yönelim artıyor.
Ki bence orası da çıkmaz sokak.
Başlıktaki soru ise, İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi’mizde verilen derslerden birinin ismi.
ÜÇ DURUM ÜÇ TAVIR
Bir, Türkiye’de bireysel silahlanma üç yılda yüzde 100 artmış. “Bireysel silahlanmaya hayır” kampanyalarını düzenleyenlere, silah lobilerine direnenlere tam destek veriyorum.
İki, Türkiye’nin Avrupa’nın plastik atıklarının çöplüğü olmasına itiraz edenlere, çöp ithalatına karşı olan herkese destek veriyorum.
Üç, en son Kuran-ı Kerim tekmeleyerek sosyal medya paylaşımı yapan çocuk haberi vardı.
Televizyonlarda, çocukları canlı yayınlara teşvik eden Turkcell reklamları yayınlanıyor.
Dünyanın bir numarasına yerleşen Çin’deki, çocukların sosyal medya ve internet kullanımı kısıtlamalarının aynısının ülkemize de gelmesini destekliyorum.
NE DESEM Kİ…
Bir, Ali Koç’un iletişim tarzını çok sık eleştirsem de, gizlide kalanları açık etmesi, kamuoyu önüne dökmesini beğeniyorum.
En son Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Adınızı kullanıyorlar, bende bilgiler var” demesini çok sevdim.
İstanbul’da ve de Erdoğan’ın çevresinde, çoğundan haberinin bile olmadığı şekilde ismini kullananlar hayli fazla.
Böyle bir hinlikten, cinlikten beslenen uyuz tiplerin sayısı az değil.
İki, mültecilerle bireysel mücadelesinde “Bolu Beyi” gibi davranan Başkan Tanju Özcan hızını alamamış, Kılıçdaroğlu’na, Erdoğan için “Yol verin defterini düreyim” demiş.
Özgüven iyidir, İmamoğlu’na göre şansı da yüksektir amma velakin insanın da “Bir siz eksiktiniz Sayın Özcan” diyesi gelmiyor mu?
Üç, Suudi gazeteci İstanbul’da cinayete kurban gitti. İranlı gazeteci ise Ankara’da kayıplara karıştı. Kocaeli’nde bir gazeteci öldürüldü.
Ülkemizin gazeteciler için tekin bir yer olmaması çok acıklı.
Dört, karikatürist Latif Demirci’nin erken ölümüne çok üzüldüm. Haberde “başka bir hastaneye transferi planlanırken öldüğü” yazıyordu.
Sosyal bir devlette, tüm hastanelerin ve hekimlerin aynı iyilikte olması gerekmez mi?
Hastanın şöhretine göre kalite sınıflandırılması yapılan hastaneler konusuna nasıl hiç itiraz eden olmaz?
Beş, Milas Akbelen’deki orman katliamını yazmaktan vazgeçmeyeceğim. Kömür çıkarmak için milyonlarca ağacı katlediyorlar, kimsenin sesi çıkmıyor. Şimdi de köyün camisini yıkıyorlar, hiç değilse ona sesiniz çıksın.
Altı, Tansu Çiller “Merkez sağın başını çekebilirim, milletimiz karar versin” demiş ya, zaten milletimiz onun defterini dürüp bir kenara koymamış mıydı?
Sahi “Yürüyen Ölüler” dizisinin kaçıncı sezonuydu şimdiki?
Yedi, anne ve babaların sosyal medya bağımlılıkları balkondan düşen çocuk sayısını artırıyor ne yazık ki.
Balkondan düşmeyen çocuklarda ise büyük travma ve zararlara neden oluyor. Evde çocuğunuz varsa lütfen telefonunuzu yavaşça ulaşamayacağınız yere kaldırınız.
Sekiz, spor dünyası takımlardan çok sponsorların yarıştığı bir ortam.
Futbol Milli Takımımızın ana sponsoru da Nike. Bir sorun yok. Sorun, formada Nike logosunun bayrağımızın üzerinde yer almasında.
Bu ülkede sponsorla ve markalarla iletişim yönetme konusu o kadar fena ki, her defasında şaşırsam mı, üzülsem mi bilemiyorum.
Milli Takım konu olunca para her şey olmak zorunda değil.
Dokuz, Orhan Pamuk’a saygı duymam. Bana hep sinsi gelir. Çıkarları için satamayacağı şey yok gibi bir hissim var.
Diyelim ki ben fesatım ve fakat her zaman da haklı çıkmıyor muyum? Şimdi de oturduğu apartmanda satın alamadığı daireleri olduğu için binanın yıkılmasını istiyormuş.
Ne çirkin.
GÜNEŞ GÖZLÜĞÜYLE AŞKINIZ BATSIN
Tamam, güneş gözlüğü piyasası iştah kabartıyor.
Tamam, zenginlik ve statü göstergesi olarak kullanılıyor.
Tamam, gözlerimizi güneş ışınlarından korumalıyız.
Tamam, kozmetik bir aksesuar olması onu en az iç çamaşırı kadar lüzumlu kılıyor.
Ve fakat, nerede kullanacağını da bilmen gerek.
Siyasetçiler halkın önüne çıkarken kullanmasın.
Misafirliğe giderken kullanmayın, bir zahmet çantanıza koyun.
Biriyle önemli bir konuşma yapıyorsanız takmayın, ölmezsiniz.
Güneş gözlüğü kullanım adabının bilinmemesi, iletişimi yaralamakta bıçaktan keskin olduğunun anlaşılmaması beni deli ediyor.
Deli etse iyi, çıldırtıyor.
TWİTTER’A HABER AJANSI MUAMELESİ YAPMAYIN
Neredeyse tüm açıklamalar Twitter’dan yapılıyor, haberler oradan veriliyor.
Halbuki orası 140/280 karakterle sınırlı. Bu da durumun ayrıntısını değil ancak karikatürünü vermeye yeter.
Link koyuyorlarmış falan. Geçiniz, kaç kişi o linke tıklama zahmetine giriyor?
Bu yöntem habere de gerçeğe de o kadar zarar veriyor ki yazmakla bitmez.
En çok olan da okura oluyor, sığ bilgileri okuyarak sığ düşünmeye alıştırılıyorlar.
BENİ ÜZEN KİM VARSA…
Bir gün ödül alırsam böyle bir konuşma yapmak isterdim diyordum, Jennifer Lopez yaptı.
Benimki sadece hoş bir hayaldi. Bizim işte ödül yok.
MTV Müzik ödüllerindeki teşekkür konuşmasına Lopez “Beni mutlu eden, kıran, üzen, bana yalan söyleyen kim varsa hepsine teşekkür ederim” diyerek konuşmasına başlamış.
Şahane!
Sonra da kötü niyetli insanların “başaramazsın” sözlerinin kendisini daha güçlü kıldığını belirterek kötü niyetli insanlara da teşekkür etmiş.
Budur.
İLETİŞİMİNİ YÖNETEMEZSEN ONUN GİBİ OLURSUN
İletişimini yönetemezsen kaçan trenin arkasından sadece ağlarsın.
Ya da alemin elinde oyuncak olursun.
Galatasaray Başkanı Burak Elmas gibi.
Seçildiği günden itibaren öyle beceriksizlikler yaptı ki, hiç hak etmediği duruma düştü.
Hiçbir projesini gerçekleştirmeye zaman bulamadan başkanlık görevinden oldu.
Giderayak verdiği söyleşilerin neredeyse tamamında Fatih Terim’i suçluyor.
Özetle Fatih Terim demiş ki “Burak Elmas’ı ben getirdim, ben götürdüm.”
Ki bu köşede daha işin başında Elmas’ın, Fatih Terim’in kumpaslarına kurban gittiğini yazmıştım.
Yükseğe yürüyorsanız, kumpas çeviren de çok olur, ayak kaydırmak isteyen de.
Maalesef düzen bu. Futbolda düzen daha bozuk, Galatasaray’da hepten bozuk.
Koşullar zorlu olabilir. Oluyor da.
Tüm mesele sen ne kadar donanımlısın, ekibini neye göre kurdun?
“Tamam bu şan şöhretin tadını çıkaralım” diye kurulan ekipler önce kendileri gider, giderken de sizi götürürler.
Halbuki “İş yeni başlıyor, tat çıkarma değil sorun çıkmadan önlem alma becerimiz olsun” demek lazımdı.
AKLIMDA KALAN
“Çabasız özgüven” tanımı: Sesine bayıldığım Harry Style’ın tarzı için kullanılmış “çabasız özgüven” kavramı. Çok sevdim. Çünkü bizde özgüven hep bir kaba, hep bir üstten, hep bir “ben aştım” halleriyle ortaya konuyor. Bu da bana içi boş özgüven izlenimi veriyor. Halbuki yaptığın iş her ne ise onda iyiysen iyisindir, altını çizmene gerek yoktur. İyi olduğun konuya yoğunlaşıp emek harcaman, nasıl göründüğüne kafa yormandan daha büyük bir getiri sağlar. Ve nasıl büyük bir keyiftir anlatılmaz, yaşanır. Kendimden biliyorum, ne saçımın nasıl göründüğüne ne de neyi nasıl giyeceğimi sorun ederim. İşinizde iyiyseniz, size de tavsiye ederim.