Rencide...
1983 Ekiminde bir Çarşamba akşamı.
Her gün karşılaşabileceğimiz sıradan bir çift olan Viviane ve Michael, Fransız tv kameralarının önüne çıktılar.
Viviane kameralara, dolayısıyla milyonlarca izleyicinin gözlerinin içine bakarak “mutsuzum” dedi ve ekledi: “Çünkü kocam erken boşalıyor.”
Fransa’da yer yerinden oynadı.
Bu tür yayınlar bizde, 1990 sonrasında başladı.
İnsanların mahremi, kamusal itiraflara dönüştü.
Kamusal alan dediğimiz, toplumun ortaklığına dair alan da tek tek kişilere ait meselelerce istila edildi.
Kişiye ait olanların ortaya dökülmesi, “kamu çıkarı” adına yapıldığı iddiasıyla kabul gördü.
Böylece “kamu çıkarı”, tv kanalına reyting, izleyiciye de “İyi ki benim başıma gelmiyor” iç rahatlamasına indirilmiş oldu.
Sonuç? Müge Anlı en çok kazanan programcı.
En son “Palu ailesi” gündeme düştü.
İçinde iğrençliğe dair her şey vardı; Cinayet, taciz, tecavüz, işkence, uyuşturucu, kaçırma, tehdit, ortadan kaybolan insanlar, cin, büyü vs…
Hollywood’un en korkutucu filmlerinde bile bu kadarı bir araya gelmez.
Bir tv programcısı, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün asayiş şubesi gibi çalışıyor.
Suçlu kovalıyor, kanıt topluyor, tanık dinliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bunlar toplumu rencide ediyor” dedi.
Dışarıya sızmadı ancak Erdoğan cümlesine şu ifadelerle devam etmiş olmalı;
“Emniyet güçlerimizi de rencide ediyor.”
“Savcılarımızı da rencide ediyor.”
“Hukuk sistemimiz de rencide oluyor.”
Kendi görevlerini, tv programcılarına devretmiş gibi algılanan devlet kurumları bu konuyu düşünmeli.
Dahası. Konu açılmışken.
Gelenekleriyle, kültürüyle toplumu rencide eden başka tv programlarını da hatırlamakta yarar var.
Mesela Kanal D’nin “Gelinim Mutfakta”sı, Fox Tv’nin “Zuhal Topal’la Sofrada”sı, TV8’in “Yemekteyiz” programları...
Evlerimizde bir odayı “misafir odası” yapıp, kullanmaya kıyamadığımız eşyalarla süsleyip misafirleri orada ağırladığımız günlerden…
Misafirin ve ev sahibinin birbirlerinin tabaklarına bir tükürmediklerinin kaldığı günlere geldik.
Misafir ev sahibine çemkiriyor, yalan, aşağılama, hakaret arttıkça reyting artıyor.
Gelenek, göreneklerimizin üzerinde tepinilirken, RTÜK’ün sadece öpüşme sahnelerine kafayı takmış olması da beni fazlasıyla rencide ediyor…
NEZAKET ARTIK SADECE BİR KADIN ADI
MHP’li belediye başkan adayı Cumhurbaşkanına, “İzin verirseniz ben bozkurt işareti yapayım” demiş.
Olay olay olay.
Elbette konunun eleştirisinin politik çerçevesi var.
Durumun daha önemli yanı, gündelik hayatlarımızda “nezaket”in sizlere ömür oluşu.
Çünkü nezaket, “ben”den çok “sen”i düşünmek demek.
“İzin verirsen(iz)…” kalıbı, “sana önem veriyorum” anlamına gelir.
Halbuki zaman, “ben var ya ben şahaneyim” saçmalığı zamanı.
BİZİM SURİYELİ GÖÇMEN MESELEMİZ
ÖSO üyelerinin Taksim’de yılbaşı kutladığı günden bu yana konu tartışılıyor.
Hem de olabilecek en ilkel düzeyde.
Halbuki “göçmen” olgusu bertaraf edilmesi değil, çözüm bulunması gereken bir durum.
Sosyolog Paul Virilio, “coğrafyanın sonunun geldiği”ni söyler.
Yeni bir “göç çağı”nın içindeyiz. Devlet bu konuyu daha ciddiyetle ele almalı.
Bu konuda söyleyeceğim üç şey var;
Bir, ülkemizin göçmen politikası yok.
İki, göçmen meselesi sivil toplum kuruluşlarına bırakılmış durumda ve onlar da sadece kasalarına fon parası doldurma derdinde.
Üç, Suriyeli göçmenlere yapılan devlet yardımlarının uluslararası iletişimi doğru düzgün yönetilmiyor.
İŞTE BURAYA YAZIYORUM
Eski Ankara bilir. Kızılay’ın göbeğinde bir YKM binası/mağazası vardı.
Kaç nesil, o binanın önünü randevu yeri olarak kullandı.
Cep telefonları yoktu.
YKM önünde, bekleyen insanların kalabalığından yürünmezdi. Soğukta içeri giren, sıcakta gölgesine sığınan Ankaralılar.
Tan ailesi YKM’yi Boyner’e satınca yan binaya geçildi. Ankaralı ise randevu noktasını kaybetti.
Bina yerindeydi ama üzerinde YKM yazmıyordu. Kimse orada buluşmadı bir daha. İlginç değil mi?
Önceki gün, yan binadaki YKM’nin önüne nakliye kamyonu dayandığını gördüm.
Üşenmedim, gittim sordum, “Hayırdır? YKM kapandı mı?”
“Evet” cevabını aldım.
Kendi mağazam kapanmışcasına üzüldüm.
Bir dönem sessizce kapanmıştı.
Kent kültüründe bir cenaze daha sessizce kalkıyordu.
İşte buraya yazıyorum;
Boyner ailesi, anormal fiyatlara ürün sattığı, bu nedenle tüm reklamlarına rağmen terk edilmiş mağazalara dönmüş olan Boyner’leri de kapatacak sonunda.
Başarısız işletme yönetimlerinin cezasını, büyük markalar ölerek ödüyor.
Yazık.
BASIN KONSEYİ BENİ GÜLDÜRÜYOR
“Meleklerin kanadı var mı, yok mu”yu tartışan Bizans papazlarına benzettiğim Basın Konseyi, Ahmet Hakan’a uyarı cezası vermiş!
Çok güldüm, çok güldüm.
Bunu duyan Ahmet ne demiştir ki?
“He he” demiş olabilir.
“Ben köşemde yatak sattım sesiniz çıkmadı, ne iş?” demiş olabilir.
Ya da benim gibi gülmekten katılmış olabilir.
“ÜNLÜ” GÖRÜNCE KAÇIN
Siz siz olun internet medyasında “Ünlü ekran yüzü/ ünlü sanatçı ne yaptı?” başlığı görürseniz sakın tıklamayın.
Bizim internet medyasının kafası hayli karışık. Ünlü kim, ünsüz kim zerre fikri yok.
Emin olun, merak edip tıkladığınız haberdeki “ünlü”yü ünlünün kendisi bile tanımıyordur.
ÇİN, HOLLYWOOD’U İŞGAL EDİYOR
Bizim sinemacılar “patlamış mısırdan indirim yap, paramızdan yapma” tartışmasına devam ede dursunlar.
Kendi ceplerini düşündüklerinin milyonda biri kadar ülke sinemasını kafaya takmasınlar.
Bakın elin oğlu ne yapıyor?
Çin devleti propaganda faaliyetlerini sinema endüstrisi üzerine yoğunlaştırıyor.
Öğrencim Hakan Yücelt’in derste paylaştığı rakamlara göre, Hollywood sinemasında, 1997-2013 yılları arasında sadece 12 filmin finansında Çin etkisi varken, 2014-2018 yılları arasında bu sayı 41'e çıkıyor.
Çin, ABD’deki 6 büyük yapımcı firmadan birini satın almak için girişimlerini sürdürüyor.
NYT konuyu, 'When was the last time you watched a movie with a Chinese villain?' (En son ne zaman içinde vahşi bir Çinli olan film izlediniz?) başlığıyla gündeme taşıyor.
Ya bizimkiler?
Patlamış mısırın parasını kim alacak tartışmasına devam.
ANNENİN ALYANSI…
Kaç yazıdır annemden söz etmiyorum diye, hayat normal akışına döndü mü sanıyorsunuz?
Öyle olmadığını annesiz kalanlar bilir.
Oyuncu Hande Erçel de annesini, benim gibi kanserden kaybetmiş.
Annesinin alyansını parmağına takmış. Benim gibi.
Parmaklarım bende, annem parmaklarımda duruyor.
Sadece sabır diliyorum Hande Erçel’e. Acının kabuk bağlaması zamanın kucağına bırakılıyor.
NE GÜZEL İŞ
İdefix’in reklamlarını izlediniz mi?
Kitap okumanın lezzetini hatırlatıyor.
“Okumak ne güzel şey” mesajı veriyor.
O an yaptığın iş ne ise onu bırakıp kitaba dalasın geliyor.
AŞK BU…
Önümde üç yazardan üç kitap duruyor. Üçü de adıma imzalı.
Ertuğrul Özkök’ün Tanrıyı Gören Son İnsan’ı,
Demet Cengiz’in Aşk Olsun’u.
Ve İzzet Çapa’nın En Çok Ben Eğlendim’i.
Üçünü de okuyup sizlerle paylaşmak için sabırsızlanıyorum.
AKLIMDA KALAN
Cem Küçük’ün FETÖ’cü işadamlarının salıverilmesine dair yazısı: Kendisini medyanın silip süpürücüsü olarak konumlayan Cem Küçük, nihayet kallavi bir konuya girdi. Küçük’ün devlet içerisindeki kaynaklarının ne kadar sağlam olduğunu kendi ifadelerinden biliyoruz. Bu güçlü ilişkiyi gazeteci kovalamak yerine, son yıllarda FETÖ mücadelesinde aksayan durumlara yönlendirmesi ülke için en büyük hizmet olurdu. Nihayet bunu yaptı ve FETÖ’cü iş adamlarının mahkeme sonuçlarını gündeme taşıyan bir yazı kaleme aldı. Küçük’ün sıradan insanlarla uğraşarak zaman kaybetmek yerine böylesi büyük meseleleri takip etmesi ülkemiz için daha büyük fayda getirecektir.