Ruhumuzun nesi eksik?

Nuran Yıldız

Nuran Yıldız

[email protected]

Bu yazıyı sabahın en erken saatinde yazıyorum. Henüz günün ucu hayata değmemiş.

Burnumda denizin iyot kokusu.

Masamdaki fesleğene dokunarak.

Geceden kalan yasemin kokusunu içime çekerek.

Şehirden uzakta.

Sanki dünyaya dair hiç sorun yok gibi. Dolar yükselmiyor, Akdeniz gerilmiyor, durmadan konuşan siyasetçiler hiç yaşamıyor gibi.

Pek çoğumuza şehirden kaçma hissi veren şey, çocukluğumuzdaki o duygu.

Hani, korktuğumuzda gözümüzü kapatır yok sayardık ya işte o.

Hepimizin nefes almaya, keyifle yüz kaslarımızı keşfetmeye ihtiyacımız var.

Ama o keyfi paylaşmak daha büyük ihtiyaç.

Belki de bu nedenle, sözleri eskiyeli neredeyse 90 yıl olacak “10. Yıl Marşı”nı hep birlikte söyleriz. “İzmir Marşı”nı da öyle.

Ritm var, coşku var, sözlerini ezberlemiş olmak var.

Hep birlikte yapabildiğimiz az şeyden biri bu. İçerisindeki ideolojik zehirden kurtulan herkesle.

Bizim birlikte coşkuya, şarkı söylemeye, eğlenmeye ihtiyacımız var.

Bunu anlamadan, korona riskine rağmen düğünlerde toplu halay çekenlere neden engel olamadığımızı anlayamayız.

Düğün bahane, davul-zurna şahane işte.

Gezi olaylarının yoğun günlerinde, gece uçağında dünyanın en iyi iletişimcilerinden kardeşim Erol Olçok’la rastlaşmıştık.

Erol, 1-A’daki koltuğunu yanımdaki yolcuyla değiştirdi.

“Gezi”yle ilgili düşüncelerimi sordu. Ayrıntılarını “Aşk Yüzyılı Bitti”de yazdım zaten.

Anlattım.

Çıkış nedeni ne olursa olsun, hangi kirli örgütler karışırsa karışsın orada birbirine taban tabana zıt insanlar vardı.

“Gezi” araştırmalarının sonradan ortaya koyduğu “apolitik”, çocukluktan çıkma gençler kendileri dışında insanlar olduğunu keşfediyordu.

“Çapulcu” olmak bir etiketti, bir kalabalığa ait olmaktı.

Sonra Erol’a dedim ki, “Hükümet olarak 23 Nisan’ı ya da adında ‘zafer’ olan 30 Ağustos’u insanların birlikte eğlenebileceği, coşku yaşayabileceği, sen/ben değil ‘biz’ olabilecekleri bir festivale çevirseydiniz topluma büyük iyilik yapardınız.”

Festivalden kastım, popçuların kasasını doldurmaktan ibaret konserler değildi elbette.

Adamım Bauman der ki, “Dünya, giderek insanların sadece korku ve şüpheyle bir araya geldiği bir yer oldu. Dostluk ve paylaşımlar parçalandı.”

Öyleyse?

Tespit buysa, neden biz buna karşı bir strateji geliştirmiyoruz?

BAKIN BAKIN NE OLDU?

Geçen hafta.

Fatih Portakal’ın istifasına dair yazdığım yazıda hiç olmayan şeyler, benim ağzımdan internet medyasına düştü.

Güya “Fatih Portakal cumhurbaşkanlığına aday olmak için istifa etti” diye yazmışım.

Yazıda bu konu yok, cumhurbaşkanlığı ifadesi hiç geçmiyor. Neyse ki okurlar şahit.

Olmayan yazımdaki olmayan cümleyi manşetlerde görünce delirdim tabii.

Önce Fatih Portakal’ı aradım, “Yazımda cumhurbaşkanı adaylığınla ilgili bir ifade yok, bu konuyla ilgili bile değilim” dedim.

O gayet sakin, “Hocam takmayın kafanıza” dedi, “baktılar ki bana dair haberler okunuyor, ne bulurlarsa koyuyorlar, üzülmeyin.”

Geçmişte, FETÖ belası da (anne özür dilerim bu konuya girmeyecektim), benzer şekilde, yapmadığım şeyleri bana mâl ettiği için delirmem dağları aştı.

Kurumsal haber sitelerinin yayın yönetmenlerini aradım.

“Tamam, her önüne gelene klavye verip haber yazdırıyorsunuz, tamam gazeteciliğin içine edilmiş durumda. Ama hiç değilse yazdığınız haberde cümleyi geçtim bir tek doğru sözcük olsun” dedim.

Delirdim, “Ayıp yaa” dedim, “gazeteciliği bu çamura itmekten, koyduğu haberin doğruluğuna bakmadan paylaşmaktan daha ahlâksız ne olabilir?”

Hak verdiler, özür dilediler, ismimi çıkardılar.

İnternet gazeteciliğinin çamurdan nasıl çıkarılacağını belki dernek başkanı Hadi Özışık’a sormak lazım.

Eskidikçe daha iyi yazılar yazan Fatih Altaylı da “Sadece başlık okuyup metni okumayanlar üzerime sıçrıyor” demiş yazısında.

Doğru ve fakat bu sadece okurun suçu mu, olmayan haberi yazıp itibarlı insanları çiklet eden sorumsuz muhabirlerin ve onlara iş verenlerin suçu ne olacak?

BEN SELÇUK TEPELİ OLSAM

Ben, Fatih Portakal gibi baskın bir medya kişisinin yerine gelen Selçuk Tepeli olsaydım;

Bir, huzurlu uykulara kesin veda ederdim.

İki, gündeme tepki koysam Fatih’le karşılaştırılır, koymazsam reytingden olurum çelişkisiyle kıvranırdım.

Üç, bu teklife “evet” derken neyin kafasını yaşıyordum ki derdim.

Dört, her stüdyoya girdiğimde “Kim itti lan beni, kim itti?” diye höykürürdüm.

Beş, en sonunda “dün dünde kaldı cancağazım” der, dünün ömrü üç gün bile değil rahatlamasıyla kazancıma bakardım.

ŞURAYA ÜÇ NOT BIRAKAYIM

Bir, Devlet Bahçeli’nin Malazgirt zaferinin yıl dönümünde Ahlat’ta olması yerindeydi. Aynı Bahçeli, 30 Ağustos’ta da Zafertepe’de olsaydı şık olurdu.

İki, önceki yazımda “medyanın işlevi bilgi vermek değil eğlendirmektir” dememden hemen sonra, Star TV’nin yeni dizisinin ilk bölümü için ana haberi yayınlamaması “işte gördünüz mü?” dedirtmez mi?

Üç, Anadolu Ajansı İlber Hoca, Kadir Mısıroğlu’nu eleştirirken mikrofonu alacak kadar çevik olsaydı, Biden’ın Türkiye’ye hakaret edişinde 8 ay geç kalmazdı.

KAFAM KARIŞIK

Bir, Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda Mansur Yavaş’tan çok söz edilmesi, ondan çekinenlerin (sağdan soldan) telaşından mı, konu sıkıntısı çekilmesinden mi acaba?

İki, dünya ancak çılgın liderlerin yöneteceği bir yere mi döndü, yoksa tam da sakin liderlik zamanı mı bilemedim.

Üç, Kuzey Kore lideri Kim’in korona tedbirleri bağlamında “sosyal mesafeyi aşıp yaklaşanları vurun” demesine katıla katıla gülmeli miyim, telaşlanmalı mıyım?

Dört, Fatih’in tablosu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin açıklamasına göre 580 yıldır yurt dışındaysa, 1440’da yapılmış oluyor. Fatih 1432’de doğduğuna göre tablodaki padişahın 8 yaşında olması gerekmiyor mu? Sorum İlber hocama.

Beş, Habertürk’te Kübra Par, üzerindeki çekingenliği attıkça yeni neslin en iyi televizyoncularından biri oluyor hissiyle, “yayın çekingenliğini hiç atmasa sonunda hoyratlaşmak var” düşüncesi arasında sıkıştım.

Altı, insanın arkadaşı (Ceyla Pazarbaşıoğlu) IMF’de çok çok önemli bir göreve gelince çok sevinip geçmekle, o başarının ardındaki tutku, çalışkanlık ve özveriyi tek tek anlatmak arasında duruyorum.

Yedi, “insan beynini okuyan çip” buluşu için “yaşasın ne güzel” mi demeli, hayatın tüm büyüsü bozuluyor diye kendimi yerlere mi atmalıyım?

Sekiz, her şey geçip giderken Burcu Esmersoy’un hep gündemde kalmasının sarı saçlı yeşil gözlü olmasıyla mı, yoksa konuşurken sesindeki o “beni sevin” tonlamasıyla mı ilgisi var, bilemedim.

Dokuz, bir terlik ya da bir cüzdanı on binlerce liraya satın alanların para mevhumu mu yok ya da sosyal baskı altındalar ondan mı?

On, hayattaki her parantezi kapatmak mı lazım yoksa açık bırakıp kanamasını mı izlemeli?

AH BU “ÜÇ KÜÇÜKLER”E DÖNEN “ÜÇ BÜYÜKLER”

Galatasaray’da tüm sorunlar Abdurrahim Albayrak-Fatih Terim kankalığından mı kaynaklanıyor, ekonomik sorunlardan mı acaba? Bir bilen cevap versin.

Fenerbahçe Teknik Direktörü Erol Bulut iddialı laflar edince, “adam dereyi görmeden paçayı sıvıyor” diyorum ama bizde de, böyle yağmadan gürleyenler seviliyor.

Halbuki iletişimde önce yapar sonra söylersin ki hayal kırıklıklarıyla uğraşmazsın.

Beşiktaş Teknik Direktörü Sergen Yalçın, “bana golcü lazım” deyince kendimi tutamadım, “sana bir tek sen lazımsın, o eski sen” dedim. Çılgınlık yapacaksan tam zamanıdır.

“DUYGU KONFORU”NDAN BİR VAZGEÇ

Arkadaşıma ilan-ı aşk eden adam, birkaç gün sonra ona “Acaba erken mi oldu, sana bunu söylemese miydim” demiş.

Bizimki kendisini uçurumdan itilmiş gibi hissetmiş. Fikrimi sordu.

Ona amiyane tabirle aynen şunu söyledim: “Derhal oradan uza kızım.”

Sonra da ekledim, “Bir ilişkinin içine erken mi, geç mi gibi hesaplar girmişse oradan bir şey olmaz.”

Ne yaptı bilmiyorum ama umarım beni anlamıştır.

İnsanlar bir yandan mutlu olmak istiyor, bir yandan da konfor alanından çıkmak istemiyor.

Hesaplar kitaplar yapılmadan kendisini duygularına bırakan çok az insan var.

O insanlar mutlu ya da mutsuzdurlar ama hayatın hakkını veren onlardır.

Duygularınız televizyonlarınızın karşısındaki konforlu koltuklarınız değildir.

Ne gelecekse başıma onunla gelsin diyorsanız onun adı aşk olur. Diğeri olsa olsa hesap cetvelidir ve çoğunluk sınıfta kalırsınız.

AKLIMDA KALAN

Kel Hasan Efendinin kavuğu: Tiyatromuzda güzel bir gelenek var. Usta tiyatrocular, sonraki ustalara kavuk devrederler. Kel Hasan Efendi’den İsmail Dümbüllü’ye, ondan Münir Özkul’a, Ferhan Şensoy’a, Rasim Öztekin’e devredildi. Öztekin kavuğunu öylesine bir sohbette Şevket Çoruh’a vereceğini açıkladı. Çoruh’u ne kadar çok seversem seveyim, bu itibar sembolünün devrinin bu kadar keyfi hale gelmesine çok üzüldüm. Bu işin hak ettiği itibarla, kurumsallaşarak gerçekleşmesi lazım. Ne öyle ayaküstü açıklamalarla ne de canım öyle istedi anlayışıyla olmamalı.

 

Diğer Yazıları