Saf Suresi anlamı, tefsiri, Türkçe ve Arapça okunuşu
Saf Suresi ile ilgili detaylar kullanıcılar tarafından araştırılıyor. 14 ayetten oluşan Saf Suresinde başlıca Allah yolunda cihadın fazileti konu edilmektedir. İşte Saf Suresi anlamı, tefsiri, Türkçe ve Arapça okunuşu...
Medine döneminde Uhud Gazvesi’nden sonra inmiştir. Bazı rivayetlerde Mekke’de nâzil olduğu söyleniyorsa da (M. Tâhir İbn Âşûr, XXVIII, 153) sûre müfessirlerin çoğunluğunun kanaatini destekleyen bir içeriğe sahiptir. Adını müminlerin saf tutarak Allah yolunda savaştıklarını ifade eden 4. âyetteki “saff” kelimesinden alır. Havârîler sûresi olarak da isimlendirilmiştir. On dört âyet olup fâsılası “ص، م، ن” harfleridir. Sûre bazı sahâbîlerin, amellerin hangisinin Allah katında daha değerli olduğunu bilmeleri halinde onu yerine getireceklerini söylemeleri üzerine nâzil olmuştur.
İşte Saf Suresinin okunuşu...
SAF SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU
Bismillahirrahmanirrahim
1. Sebbeha lillahi ma fiyssemavati ve ma fiyl'ardı ve huvel'aziyzulhakiymu.
2. Ya eyyuhelleziyne amenu lime tekulune ma la tef'alune.
3. Kebure makten 'ındallahi en tekulu ma la tef'alune.
4. İnnallahe yuhıbbulleziyne yukatilune fiy sebiylihi saffen keennehum bunyanun mersusun.
5. Ve iz kale musa likavmihi ya kavmi lime tu'zuneniy ve kad ta'lemune enniy resulullahi ileykum felemma zağu ezağallahu kulubehum vallahu la yehdiylkavmelfasikıyne.
6. Ve iz kale 'ıysebnu meryeme ya beniy israiyle inniy resulullahi ileykum musaddikan lima beyne yedeyye minettevrati ve mubeşşiren biresulin ye'tiy min ba'diy-ismuhu ahmedu felemma caehum bilbeyyinati kalu haza sıhrun mubiynun.
7. Ve men azlenu mimmeniftera 'alellahilkezibe ve huve yud'a ilel'islami vallahu la yehdiylkavmezzalimiyne.
8. Yuriydune liyutfiu nurallahi biefvahihim vallahu mutimmu nurihi velev kerihelkafirune.
9. Huvelleziy ersele resulehu bilhuda ve diynilhakkı liyuzhirehu 'aleddiyni kullihi velev kerihelmuşrikune.
10. Ya eyyuhelleziyne amenu hel edullukum 'ala ticaretin tunciykum min 'azabin eliymin.
11. Tu'minune billahi ve resulihi ve tucahidune fiy sebiylillahi biemvalikum ve enfusikum zalikum hayrun lekum in kuntum ta'lemune.
12. Yağfir lekum zunubekum ve yudhılkum cennatin tecriy min tahtihel'enharu ve mesakine tayyibeten fiy cennati 'adnin zalikelfevzul'azıymu.
13. Ve uhra tuhıbbuneha nasrun minallahi ve fethun kariybun ve beşşirilmu'miniyne.
14. Ya eyyuhelleziyne amenu kunu ensarallahi kema kale 'ıysebnu meryeme lilhavariyyiyne men ensariy ilellahi kalelhavariyyune nahnu ensarullahi feamenet taifetun min benuy israiyle ve keferet taifetun feeyyednelleziyne amenu 'ala 'aduvyihim feasbehu zahiriyne.
SAF SURESİ DİYANET MEALİ VE ANLAMI
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla
Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah'ı tespih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. ﴾1﴿ Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? ﴾2﴿ Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir. ﴾3﴿ Hiç şüphe yok ki Allah, kendi yolunda, duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. ﴾4﴿ Hani Mûsâ kavmine, "Ey kavmim! Allah'ın size gönderdiği peygamberi olduğumu bilip durduğunuz halde niçin bana eziyet ediyorsunuz?" demişti. Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini (doğru yoldan) saptırdı. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. ﴾5﴿ Hani, Meryem oğlu İsa, "Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah'ın size, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim" demişti. Fakat (İsa) onlara apaçık mucizeleri getirince, "Bu, apaçık bir sihirdir" dediler. ﴾6﴿ Kim, İslam'a davet olunduğu halde Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalimdir? Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. ﴾7﴿ Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır. ﴾8﴿ O, kendisine ortak koşanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak din ile gönderendir. ﴾9﴿ Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi size? ﴾10﴿ Allah'a ve peygamberine inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır. ﴾11﴿ (Bunu yapınız ki) Allah, günahlarınızı bağışlasın, sizi içinden ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koysun. İşte bu büyük başarıdır. ﴾12﴿ Seveceğiniz başka bir kazanç daha var: Allah'tan bir yardım ve yakın bir Fetih (Mekke'nin fethi). (Ey Muhammed!) Mü'minleri müjdele! ﴾13﴿ Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nasıl ki Meryem oğlu İsa da havarilere, "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?" demişti. Havariler de, "Biz Allah'ın yardımcılarıyız" demişlerdi. Bunun üzerine İsrailoğullarından bir kesim inanmış, bir kesim de inkar etmişti. Nihayet biz inananları, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler. ﴾14﴿
SAF SURESİ ARAPÇA OKUNUŞU
SAF SURESİ DİYANET TEFSİRİ
Tesbîh terimi kısaca, bir yandan şuurlu varlıkların iradî olarak Allah Teâlâ’nın her türlü noksanlıktan uzak olduğunu söz ve davranışlarla ortaya koymaları (tenzih), diğer yandan da evrendeki bütün varlıkların ilâhî yasalara zorunlu olarak boyun eğip O’nun hükümranlığını itiraf etmeleri anlamına gelir (ayrıca bk. İsrâ 17/44).
Bu âyetlerle ilgili yorumları önce, “ey iman edenler” şeklindeki hitabın kime yönelik olduğuna ilişkin tercihe göre iki gruba ayırmak gerekir. Kur’an’ın genel kullanımı doğrultusunda burada da müminlere hitap edildiğini kabul edenlere göre âyetlerde, gerçekten iman etmiş olmakla beraber söz ve eylemleri arasında uyumsuzluk bulunan müslümanlara bu hususta bir uyarı yapılmakta yahut müslümana yaraşan tutumun söylenenle yapılan arasındaki tutarlılığına özen göstermek olduğu bildirilmektedir. İfadenin akışını ve 5. âyette imanlarındaki samimiyetsizlik sebebiyle peygamberlerini üzen Hz. Mûsâ’nın kavminden söz edilişini dikkate alarak burada münafıklara hitap edildiğini düşünenlere göre âyetler, “ey iman etmiş görünenler” tarzında bir anlam taşımakta ve söylediği ile yaptığı bir olmayan bu iki yüzlü kimseler kınanmaktadır. Başka bazı âyetlerde münafıklar hakkında yapılan tasvirler (bk. Nûr 24/47-53; Ahzâb 33/12-15) bu yorumu destekleyici nitelikte bulunmuştur. “Söylenen söz”ü de iki şekilde yorumlamak mümkündür: a) Kişinin yapmayacağı bir şeyi vaad etmesi, b) Kendi fiilleri hakkında gerçeğe uymayan bir beyanda bulunması, yapmadığını yapmış gibi anlatması. Tefsirlerde bu yorumların hemen her birini destekleyici birçok olaya yer verilir (bk. Taberî, XXVIII, 83-85; Zemahşerî, IV, 92). Nüzûl sebebi olarak anlatılan bu olaylar âyetlerin anlaşılmasına ışık tutmakla beraber, burada çelişkili söz ve davranışlardan kaçınmanın önemine ilişkin kalıcı bir mesaj verilmesinin amaçlandığı açıktır. Bazı müfessirlerin bunun, yalan söylemeyi ve vaadinde durmamayı da kınayan bir ifade olduğunu belirtmesi (Zemahşerî, IV, 91-92) bu anlayışı yansıtmaktadır. Dolayısıyla bu uyarının, sadece söylenenle yapılan arasında değil aynı zamanda sözlerin ve eylemlerin kendi içinde de tutarlılık bulunması gereğini kapsar nitelikte olduğu sonucuna varılabilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, inkârcılara yönelik meydan okuma ifadelerinden birini de çelişmezlik ilkesine dayandırmakta, önce kendi verdiği bilgi ve haberlerin ve içerdiği fikirlerin tutarlılığıyla ilgili bir iç kontrol çağrısında bulunmaktadır: “Kur’an’ı inceleyip düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı” (Nisâ 4/82). Kur’an’ın bu ilkenin önemine yaptığı vurgu İslâm âlimlerini öylesine etkilemiştir ki, tefsir, hadis, fıkıh gibi ilmî disiplinlerin oluşumu sırasında, çok geçmeden bu ilimlerde izlenen metotları da teorik ifadelere kavuşturmaya yönelmişler ve kısa bir süre içinde her bir dala ait metodolojilerin ortaya konmasını sağlamışlardır. Özellikle, Kur’an ve Sünnet’ten çıkarılan fıkhî sonuçların kendi içinde tutarlılığının kontrolü görevini üstlenen fıkıh usulü, çok ince metot sorunlarına eğilmiş ve böylece zengin bir literatür oluşmuştur.
Burada dayanışma ruhu içinde imanları uğruna çarpışan müminlerden övgüyle söz edilmesi, bu âyetlerin “Allah katında en sevimli işin ne olduğunu bilsek de işlesek!” dedikleri halde savaş zorunluluğu ortaya çıkınca aynı samimiyet ve kararlılığı gösteremeyenler hakkında indiğine dair rivayetleri destekler nitelikte bulunmuştur. Bununla birlikte, Allah yolunda söz ve güç birliği etmiş bir topluluğun tam bir uyum ve beraberlik içinde olması önceki âyetlerdeki tutarlılık fikrinin bir uzantısı olarak düşünülebilir; dolayısıyla burada da muayyen olaylarla sınırlı olmaksızın genel bir ilkeye dikkat çekildiğini söylemek daha uygun olur.
Âyette geçen bünyânün mersûs tamlamasını, –“kurşun” anlamına gelen rasâs kelimesiyle bağ kurularak– “kurşunlu, parçaları kurşunla kenetlenerek yekpâre bir cisim haline gelmiş olan muhkem bina” (Elmalılı, VII, 4927), hatta Taberî’nin aktardığı bir görüşe göre “kurşundan yapılmış” (XXVIII, 86) şeklinde açıklayanlar bulunmakla beraber, İbn Abbas’tan gelen bir rivayette yer alan şu izah, o dönemin yapı malzemeleri ve inşâ usulü bilgilerine daha uygun düşmektedir: Taş taş üstüne konur, sonra aralardaki gedikler küçük taşlarla tıkanır, ardından harç ile sıvanırdı; buna Mekkeliler “mersûs” derlerdi (Râzî, XXIX, 312). Bu izahta mersûs kelimesi “istif etme, dizme, birbirine yapıştırma” mânalarına gelen “rass” kökünden türetilmiş bir sıfat fiil olarak düşünülmüştür. Her hâlükârda âyetin “yekpâre bir yapı gibi kenetlenmiş saflar halinde” diye çevirdiğimiz kısmıyla, unsurları çok sağlam biçimde birbirine raptedilmiş, belli bir düzen ve âhenk içinde bulunan bir yapının örnek gösterildiği açıktır. Nitekim birçok müfessir, bu benzetmeyle, maddî bir birlik ve düzenin yanı sıra ve bundan da önce gönül birliği ve dayanışma ruhunun önemine dikkat çekildiğini ifade etmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin son kelimelerinin şiirden farklı biçimde, ifadeyi lafız güzelliğinin icaplarına mahkûm etmeyen ama mânayı esas alırken bir yandan da kendi tabii güzelliği içinde eşsiz bir âhenk ve mûsiki oluşturan sıralanışı Kur’an ilimleriyle meşgul olanların dikkatini çekmiş; onlar, bu kelimeler için “fâsıla”, son harfleri için de “fâsıla harfi” terimini kullanmışlardır. Elmalılı bu sûrede “sâd” harfinin sadece bu âyette fâsıla oluşturmasını yukarıda açıklanan “mersûs” kelimesinin önemine yapılmış özel bir vurgu olarak görür; aynı şekilde sûrenin “dizi, sıra, sıralanmış” anlamlarına gelen bir kelimeyle (Saf sûresi olarak) adlandırılmasının da dayanışma fikrinin ehemmiyetine dair bir uyarı anlamı taşıdığını belirtir (VII, 4927).
İsrâiloğulları’nın tutarsız söz ve davranışları ve beraberlik ruhunu yitirmeleriyle ilgili hatırlatmalar yapılarak, 2-4. âyetlerdeki uyarılar canlı örneklerle pekiştirilmektedir. 5. âyette Mûsâ’nın kavmi tarafından kendisine karşı sergilenen dönek ve vefasız tutuma gönderme yapılmaktadır. Birçok sûrede ve özellikle Bakara sûresinin 40 ve devamındaki âyetlerde İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ öncesi durumları ve onun önderliğinde yaşadıkları uzun serüven, sözlerinden caymaları, nimete hıyanet ve nankörlükle karşılık vermeleri geniş biçimde açıklanmıştır. Bu âyetteki eleştiri ve uyarının anlamını kavramak açısından, Allah’a verdikleri bağlılık sözüne rağmen, kendilerini Allah’ın yardımıyla Firavun’un zulmünden ve büyük bir zilletten kurtaran peygamberlerine bile şu şekilde küstahça bir ifade kullanabilmiş olmalarını hatırlamak yararlı olacaktır: “Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız!” (Mâide 5/24). Kendilerine peygamber gönderilen diğer toplumlarda öncelikli ve temel sorun peygamberin bu görevinin kabullenilmeyip yalancılıkla itham edilmesi olduğu halde, Hz. Mûsâ’nın kavmiyle yaşadığı asıl sorun bu toplumun inatçılığı, vefasızlığı ve had bilmezliği idi (Kitâb-ı Mukaddes’te de onlar hakkında “sert enseli kavim” tabiri kullanılır, bk. Çıkış, 32/9; Tesniye 9/6). Âyetteki “size Allah tarafından gönderilmiş elçi olduğumu gayet iyi bildiğiniz halde” ifadesi de muhtemelen Hz. Mûsâ’nın kendi kavminden peygamber olduğu hususunda bir yalancılık ithamıyla karşılaşmadığını göstermektedir (ayrıca bk. Hac 22/44). 6. âyette ise İsrâiloğulları’nın Hz. Îsâ tarafından kendilerine bırakılan ilâhî emanete sahip çıkmayıp sözlerinden caymalarına gönderme yapılmaktadır. Hz. Îsâ bir yandan kendisinden önceki Tevrat’ın Allah katından geldiğini belirtirken bir yandan da vahiy zincirinin kendisiyle son bulmadığını ve kendisinden sonra bir elçinin geleceğini müjdelemişti. Daha önce Tevrat’ta da bu yönde bilgi bulunmaktaydı. Bu sebeple İsrâiloğulları bu peygamberin gelmesini hararetle bekler oldular ve geldiğinde ona en büyük destekçinin kendileri olacağını söyleyip durdular. Fakat Medine’deki yahudiler bu peygamber kendi içlerinden çıkmayınca –buradaki menfaatleri gereği Resûlullah’la antlaşma yapmış olmalarına rağmen– türlü iftira ve bahanelerle ona karşı çıktılar (bk. Haşr 59/2-5, 14). Her ne kadar Bedir zaferinden sonra tavır değiştirip Tevrat’ta özellikleri belirtilen âhir zaman peygamberinin Hz. Muhammed olduğuna kanaat getirdiklerini açıkça ifade etmeye başladılarsa da Mekke putperestlerine karşı verilen Uhud Savaşı’nın başarısızlıkla sona ermesini takiben hem bu beyanlarından döndüler hem de müşrikler ve münafıklarla iş birliği içine girip Resûlullah’la yaptıkları antlaşmaları ihlâl ettiler (eski kutsal kitaplarda Hz. Muhammed’in peygamberliğini müjdeleyen bilgiler İslâm kaynaklarında “beşâiru’n-nübüvve” veya kısaca “beşâir” diye anılır; geniş bilgi için bk. Bakara 2/146; A‘râf 7/157; Hz. Îsâ ve yaptığı tebliğ görevi hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/45). Âyette belirtildiği üzere Hz. Îsâ kendisinden sonra gelecek elçinin adının Ahmed olduğunu Haber vermişti. Bazı hadislere de dayanan bir görüşe göre Hz. Muhammed’in diğer bir adı Ahmed’dir; fakat Muhammed ismiyle aynı kökten gelen Ahmed kelimesinin onun sıfatı olduğu görüşü de vardır. Her iki ihtimale göre bu kelime, “çok hamdeden” veya “çok övülen, yüksek ahlâk sahibi” mânalarına gelmektedir ve Muhammed kelimesiyle yakın anlamdadır. İbn Âşûr Resûl-i Ekrem’in peygamberliğinden önce veya sonra bu adla çağrıldığının bilinmediği noktasından hareketle âyetin “Onun ismi Ahmed’dir” şeklinde çevrilen kısmının doğru anlaşılabilmesi için buradaki “isim” kelimesi üzerinde de durulması gerektiğini belirtir. Ona göre Arap dilinde bu kelimenin kullanıldığı üç anlamı da bu âyetin tefsirinde dikkate almak uygun olur; bu anlamlar da şunlardır: a) Müsemmâ (bir adın ifade ettiği gerçek mâna, içerik), b) İyi şöhret, c) Özel ad. Şu halde bu ifadeyle Hz. Îsâ, hem Resûl-i Ekrem’in risâlet görevinin kendisininkinden daha üstün olduğunu hem onun kendi döneminde ve sonraki dönemlerde hep hayırla anılacak bir şahsiyet olduğunu hem de onun özel adının (Muhammed) bu mânaya geldiğini belirtmiş bulunuyordu. Öte yandan İbn Âşûr –bazı erken dönem hikmet ve tasavvuf eserlerine de dayanarak– bu ifadenin hikmet ehlinin ve –dinî hükümlerin bildirilmesi dışında kalan konularda– peygamberlerin kullandığı sembolik anlatım üslûbu taşıdığını, böylece Ehl-i kitap’tan ilim sahiplerinin uyulması istenen peygamberi iyi ayırt edebilmelerinin hedeflendiğini yazmaktadır (XXVIII, 182-185). Bazı erken dönem İslâm âlimleri ve zamanımız araştırmacıları Yuhanna İncili’nde geçen –Hz. Îsâ’nın geleceğe yönelik müjde ifadesinde kullandığı– “faraklit” (Grekçe pareklêtos) kelimesinin Hz. Îsâ’nın konuştuğu dil olan Ârâmîce’deki karşılığını araştırmışlar ve bu kelimenin Ahmed kelimesiyle anlamca örtüştüğü sonucuna ulaşmışlardır (geniş bilgi için bk. İbn Âşûr, XXVIII, 185-186; Mehmet Aydın, “Faraklit”, DİA, XII, 165-166). Öte yandan, Latince’ye paracletus şeklinde geçen ve kilise dilinde “teselli etmek” anlamına gelen bu kelimenin “yanına çağırmak” mânası içeren bir fiilden gelmesi ile 7. âyette yer alan “yalnız Allah’a kul olmaya (İslâm’a) çağırılıp dururken” meâlindeki ifadede Hz. Peygamber’in temel görevinin “çağırma” anlamına gelen bir fiille ifade edilmiş olması da dikkatimizi çekmiştir (İslâm terimi hakkında bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/19). Yine 6. âyette altı çizilen hususlardan biri Hz. Îsâ’nın “peygamber” olma özelliğidir. O, “Bilin ki (...) size Allah tarafından gönderilmiş elçiyim” ifadesiyle kendisinin ancak Allah’ın elçisi olduğunu bildirmişti. İsrâiloğulları’nın bir kısmı –14. âyette belirtildiği üzere– Îsâ’nın bu sıfatını kabul etmek istemediler, onun bildirdiklerini inkâr ettiler. Îsâ’ya inananlar onun öğretilerini yaymaya çalışmakla beraber kısa bir süre sonra onun bağlıları olduklarını iddia eden hıristiyanlar kendisine tanrılık yakıştırmak sûretiyle gerçekte Hz. Îsâ’nın bildirimlerini temelinden sarsmış ve ona dolaylı olarak karşı çıkmış oldular. Âyette Hz. Îsâ’nın hitabı İsrâiloğulları’na yönelik olmakla beraber bu o esnadaki muhataplarının onlar olması sebebiyledir. Daha sonraki dönemler açısından bu hitabın öncelikle onun bağlıları konumunda olan hıristiyanları ilgilendirdiği açıktır. Kur’an’ın hıristiyan teolojisini reddedişinin hareket noktası da Îsâ’nın mahiyeti ve görevi konusudur. Elmalılı’nın 8-9. âyetlerle ilgili –bizim de önemli bulduğumuz– açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür: Yüce Allah, hak dini bütün dinlerin üzerindeki yerini alsın diye gönderdiğini Kur’an’ın değişik yerlerinde bildirdiği gibi Nasr sûresinde de bu vaadini pekiştirmiştir. Bunun böyle defalarca ifade ve vaad edilmesi, bu üstünlüğün de bir kere değil birçok kere gerçekleşeceğini gösterir. Böyle olması için de bu dinin yükselme ve gerileme zamanları olacak; beşeriyetin geçireceği inkılâplar ve değişmeler arasında bütün düşüşlerin seyri fısk, zulüm, küfür, şirk yüzünden gazap ve helâke doğru gideceği gibi bütün gelişmelerin seyri de tevhid inancı ile hak dinin tecellileri olan ebedî hayatın esenliği ve mutluluğu amacına doğru yükselme biçiminde olacaktır. Gelip geçici heves ve arzuların ardında koşanların, günahkârların, haksızların, dinsizlerin başına kıyamet koparken, hak ehli olanlar Cenâb-ı Hakk’ın himayesinde arşın gölgesi altında büyük murada erecektir. Tarih gözden geçirilecek olursa görülür ki İslâm’ın bu âyetlerde vaad olunan üstünlüğü her şeyden önce Resûlullah zamanında, “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâmiyet’i beğendim” anlamındaki âyetin (Mâide 5/3) nâzil olduğu sırada bütün Arabistan’da başlamış ve Abbâsî halifeliğinin çöküşüne kadar da doğudan batıya çok geniş bir alana yayılmıştı. Araya bir gerileme dönemi girdikten sonra çok geçmeden Türkler’in öne çıkışı ve İstanbul’un fethi ile ikinci yükseliş başlamış, bu da bir taraftan Kafkas dağlarından Atlas Okyanusu’na, bir taraftan da Lehistan’dan Habeşistan’a kadar zirvesine ulaşmıştı. Zamanımızın geçirmekte olduğu inkılâp bunalımlarının neticesinde kim bilir dünya ne gibi değişmeler, gelişmeler görecektir; neler yıkılıp neler yapılacaktır. Her ne olursa olsun mevcut çağın fikrî ve fennî ilerlemeleriyle, gerek İslâm âlemindeki toplumların gerekse diğer muhtelif milletlerin kamu vicdanlarında meydana gelecek uyanışların gelecekte, dünyayı alt üst etmekte bulunan haksızlıkların giderilmesiyle genel yaşantıda hakkın daha yüksek bir tecellisine erme gayesini hedefleme şeklindeki değişmeyi beraberinde getireceğine, bu ise tevhid fikri ile hak dinin inkişafına bağlı bulunduğundan İslâm’ın yeni bir yükselme ve inkişaf kaydedeceğine inanmak gerekir. Şu halde, fâni hayatın icabı olarak her şeyin günden güne daha kötüye gideceğine, bir zaman gelip emanet düşüncesinin kalkacağına, dinin zaafa uğrayacağına ve İslâm’ın yalnız adının kalacağına değinen ve gerileme devirlerini haber veren hadis ve sahâbe sözlerinden ötürü ümitsizliğe düşülmemeli; Allah Teâlâ’nın geceyi gündüze ve gündüzü geceye kattığını, “iyi sonun Allah’a karşı gelmekten sakınanların olacağı”nı (Hûd 11/49; Kasas 28/83) bilerek, Allah’ın bu kesin vaadlerine inanarak ve âhiretle ilgili ümidini daima koruyarak çalışılmalıdır (VII, 4937-4940; ayrıca bk. Tevbe 9/32-33; Fetih 48/28). Bu âyetlerde, müminlere de dinlerini ve uygarlıklarını yüceltip insanlığın tevhid ve adalet çizgisinde gelişmesine öncülük edecek konuma gelmeleri hususunda kaçınılmaz görevler düştüğüne işaretler bulunduğu da unutulmamalıdır.