Samsun’a yola çıkmadan önce…

Diyorlar ki, “Mustafa Kemal’e tutkuyla bağlı olanlar O’nu kutsallaştırıyorlar.”

Hiç değil.

Biz, yani toplumun çok büyük çoğunluğu, Mustafa Kemal’i kutsallaştırmayız ama O’nu kutsal değerlerimiz kadar aziz biliriz.

O bizim için göğe değil, dünyaya, bize aittir.

Neden mi?

Anlatayım.

Nutuk’un ilk cümlesi bir liderlik dersidir:

“1919 yılı Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım.”

İlk adım.

Her şey o ilk adımla başlar.

Cesurlarla korkaklar arasındaki fark budur.

Hedeflerine inananlarla inanmayanlar arasındaki fark da budur.

O’nu dünyanın en büyük lideri yapan bu kararlılığıdır.

Nutuk’ta Samsun’a çıkışını anlatırken şöyle der;

“Baştan sonuna bütün evreleri kapsayan sezgilerimizi ilk anda bütünüyle açığa vurmadık ve söylemedik.

İleride olabilecekler üzerine çok konuşmak, giriştiğimiz gerçek ve maddi savaşa boş kuruntular niteliği verebilirdi.”

Bu sözün üzerine çıkabilecek bir iletişim tezi yazılmadı daha.

Cumhuriyetin ilanından 17 yıl önce, 1906’da Suriye’de. Yakın arkadaşı Halil heyecanla, nasıl bir padişaha ihtiyaç olduğunu anlatırken…

“Neden padişah fikrine saplanıyorsun Halil? Cumhuriyet yaparız” demesinin üzerine çıkabilecek bir vizyon bileniniz var mı?

Gözden uzak kalan bu ayrıntılar, içerisinde soluduğumuz bu ülkenin yapı taşlarıdır.

Bir ayrıntı daha:

Acılar içerisinde kıvranırken, kendi ülkesinin geleceğine inanmakla yaşamak arasında da bir tercih yaptı.

“Beni Türk hekimlerine emanet edin” derken. O günlerde daha gelişmiş olan “Batı”dan hekim getirse ömrü uzayabilirdi.

Ama.

Size daha sıcak, sımsıcak bir ayrıntı yazacağım.

Her evden bir askerin çıktığı ülkemizde bu ayrıntıyı gözleriniz dolmadan okuyabilirseniz kalbiniz taşlaşmış demektir:

O bir evlat, bir ağabeydir bazen unutuyoruz.

Samsun’a doğru yola çıkmadan bir gün önce.

Arkadaşlarıyla tüm hazırlıkları bitirdikten sonra, “Bu gece annem ve kardeşimle birlikte olmak istiyorum” diyerek onlardan ayrılır.

Kardeşi Makbule’ye döner “Makbuş” der, (hepimizin tüm Makbule’lerimize dediğimiz gibi) “Annemin karyolasının yanına bir yer sofrası kur.”

Hasta olan anasıyla ve kardeşiyle dertleşmek istiyordur:

“Yarın gideceğim. Hayat bu. Belki ölürüm gelemem, size söyleyeceklerim var.”

Annesinin boğazına bir yumruk oturur.

“Anneciğim” der, “burası Selanik değil, ben gittikten sonra sokaklara çıkmayın.”

Hepimiz gibi geride bıraktıklarının kaygısını yaşamıştır tüm mücadelesi boyunca, biz hiç görmedik.

“Benim işim büyük” der, “Bu işi başarabilmem için kalp huzuruyla çalışmam lazım.”

“Gözüm arkada kalmasın. Memleket için çalışırken sizden yana üzüntüye uğramak istemem.”

Zübeyde Hanım fenalaşır, hangi ana fenalaşmaz bu sözler karşısında.

O oğul ki, “yapacağım” dedi mi dönmez, bunu bilen bir anne fenalaşmaz da ne yapar?

O gece. Sabaha kadar uyumuyorlar. Konuşuyorlar, dertleşiyorlar.

Ah o gece, orada olmak vardı…

Sabah araba kapıya yanaşınca anasının ellerine uzanıyor, öpüyor, öpüyor, öpüyor.

Aşağıya iniyor. Sonra yeniden merdivenleri çıkıyor, kardeşinin gözlerine bakıyor uzun uzun. Konuşmuyorlar.

Gidip de dönmemek var, biliyor.

Mevcut parasını bankaya yatırmış, annesinin ve kardeşinin çekebileceğini söylemiş, “sakın darlık çekmeyin” tembihinde bulunmuş.

Kardeşine sarılıyor. Arabaya biniyor. Gidiş o gidiş.

Üç gün sonra, “Samsun’a ayak bastım, beni merak etmeyin” haberini alıyorlar.

İşte 101.yılını kutladığımız 19 Mayıs, O’nun tüm vazgeçişleriyle zafere ulaşan o yolun başladığı tarihtir.

Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramımız kutlu olsun.

 

BAŞINDAN BERİ SÖYLÜYORUM ŞİMDİ GÖRDÜNÜZ

Korona salgını başladığından bu yana dilimden düşürmediğim bir sözcük var: Kozmetik.

Bir keresinde Osman Müftüoğlu hocam beni kastederek “çok doğru bir ifade” bile dedi ki, süreçteki en önemli referansımız kendisi.

Reklamlarda yaşlıların kullanımı kozmetikti.

Kendilerini sıradan insanlarla eşitmiş gibi gösteren sıradan olmayanların paylaşımları kozmetikti.

Ama en kozmetik neydi derseniz…

Sağlık çalışanlarını her akşam 21.00’da alkışlıyor olmamızdı.

Bu hafta sağlık çalışanları çıktılar ve haykırdılar: “Biz alkış istemiyoruz, övgü de istemiyoruz. Bize hak ettiğimiz ödeneğimizi verin!”

Hayat. Alkış karşılığı ekmek alamazsınız. Ve bu gerçek, hiç de kozmetik değil.

 

GÜZEL OLDU

Türk Hava Yolları’nın 19 Mayıs tarihli uçak biletleri keserek gerçekleştirdiği “tarihe yolculuk” kutlaması, son yıllarda yapılan en iyi kurumsal iletişim işlerinden biriydi.

Güzeldi, emeği geçenleri kutlarım.

Buket Aydın’dan boşalan Kanal D Haber’in Deniz Bayramoğlu’na geçmesi güzel oldu. Bayramoğlu o koltukta ne yapar, göreceğiz.

 

SOSYAL MEDYADA CANLI YAYINLAR

Sosyal medya canlı yayınlarını ciddiye alan biri değilim.

İki kişilik muhabbetleri, ilgilisine açma işi.

Bir tür geyik muhabbeti.

Ki bu, sosyal medyanın ruhuna uygundur.

Tek sorun konusuzluk. Her şeyden konuşma hali hiçbir şeye varmıyor.

Bu çerçevede kendi canlı yayın listemi hazırladım;

Bir, her daim Ertuğrul Özkök’le muhabbet güzel olurdu ama o risk alınmalı mı emin değilim.

İki, Fatih Altaylı ile sadece futbol üzerine muhabbet şahane olurdu ama kan revan da bitebilirdi.

Üç, Ajda Pekkan ile insan yaşlandıkça neden daha çok para kazanmak ister, öbür tarafta banka falan olduğunu mu düşünüyor üzerine muhabbet iyi olurdu.

Dört, Yıldız Tilbe ile “deli kadın” rolünü oynamanın zorluğu üzerine ne şahane muhabbet dönerdi.

 

ELEŞTİRİNİN DE BİR TUTARLILIĞI OLSUN

Sen Mevlevi geleneğin sema törenini/ayinini turistik otellerde eğlence yapılmasına ses etme.

Eğlence mekânlarında meze edilmesine tavır koyma.

Çık, türbe meydanında yapılan motosiklet görüntüsü üzerinden konuyla ilgisi bile olmayan Mansur Yavaş’ı eleştir.

Oldu mu şimdi?

Eleştir eleştir de, eleştirinin de bir tutarlılığı olsun canımı ye.

 

AH O GÖZLER YOK MU O GÖZLER?

İletişim kurmak için gerek şart organlar için ağız ve kulak denir ya.

Hiç değil.

Benim gerek şartım bellidir, gözler.

Birinin gözünün içine bakmadan ko-nu-şa-mam!

Adımı sorun hatırlamam. O kadar.

Karşımda bakılacak bir göz olmayınca ağzımı bantlamışlar ama söylev çekmemi istiyorlar gibi gelir.

Geçen akşam “Kübra Par’la Açık ve Net” programında da öyle oldu.

Davet gelince. Dedim ki “olmaz.”

“Benim konuşabilmem için, içine bakılacak bir çift göz lazım.”

“Hallederiz” dediler, “kamera ile monitörü bitişik nizam koyarız.”

Ve fakat. Zor oldu hem de nasıl zor.

Yeşil noktaya mavi dedim, Yeni Zelanda’ya Belçika.

Bir yerde söyleyeceğim cümleyi bile unutup durakaldım.

Yine de yayın masa tenisi gibi hızlı oldu. Bu iyiydi.

Bazı izleyicilerin tadı damağında kalmış bu da iyiydi.

Onlarca telefon, yüzlerce mesaj geldi bu da iyiydi.

Ama o gözler yok mu o gözler, beni delirtiyor.

Yok mu açıklamasını yapacak bir doktor?

 

KAFAMDAKİ DÖRT SORU

Bir, Antalya Demre’de gözü açığın biri, iki günde koyu tepeden gören bir kayalığa yazlık yapmış.

Medyada evi yaptıran açıkgöz “bu kişi” olarak anıldı. Haberciliğin “5 N 1 K”sındaki “K”nın açılımı “kim”den “kişi”ye mi geçti? Gazetecilik birlikleri açıklayabilirse…

İki, Ordu’da 77 yaşındaki dünya tatlısı Burhan Amcayla evlenen 58 yaşındaki Melek Hanımın motivasyonu ne olabilir? Empatisi yüksek birisi açıklayabilirse…

Üç, 13 yaşındaki kendi kız çocuğuna tecavüz ederek iki kere (bu bilinen) hamile bırakan canavar adamlar için idam genelgesi istesem, ben de canavar sayılır mıyım? Ersan Şen hoca bir açıklayabilse…

Dört, virüs salgını sırasında korkulu rüya görüyor, onu da sabah unutuyormuşuz. Rüyanın analizini yapabilmek için not almamızı söyleyen arkadaşlar, unutmuşsak neyin analizi? Bir psikiyatr açıklayabilse..

 

AKLIMDA KALAN

İzmarit toplayan temizlik görevlisi: Zizek diyor ki “yamuk bakıyoruz.” Hah aynen öyle. Medya bize hep yamuk baktırıyor. Sokakta yere oturup izmarit toplayan temizlik görevlisi öyle çok ilgi görüyor ki, ödül vermeye kalkıyorlar. Kimlere ödül verilmiyor, ona da verilsin. Sorun o değil. Sorun işini yapan adama bakmaktan yere atılan izmarite bakmıyor oluşumuz. Anlatabildim mi?

 

Diğer Yazıları