Sana ne söylememi istiyorsun?
Dünyanın her yerinde, kazananlarla kaybedenler arasındaki temel fark şudur: Kazananlar, kendilerinden duymak isteneni, kaybedenler ise kendileri ne istiyorsa onu söylerler.
Siyasetin şaşmaz kuralıdır bu.
İş dünyasının da öyledir.
En acıklısı, içine aşkın, arkadaşlığın dahil olduğu insan ilişkilerinin de kuralı bu.
Kazananlar, “Sana ne söylememi istiyorsun?” sorusunu sorarlar önce, o yanıta göre de kendilerini programlarlar.
Kaybedenler, “Onlara ne söylemek istiyorum?” kuyusundan dışarı çıkmazlar.
İletişim yönetiminin temel meselesi bu olduğu halde, pek çok iletişim danışmanı dünyayı vs. kurtarmaya yönelik stratejileri kurarlar.
(Not: “Strateji” ölmüş bir sözcüktür. Nedenlerini burada yazamayacağım, derste değiliz sonuçta.)
Kurulduğu günden bugüne hep bu soruyu sordu AK Parti, ömrünü uzatmasının tek sihri burada.
Ülkenin en önemli gündem maddesi ne? Hayat pahalılığı.
Sokaktaki insanı yakıp kavuran bir pahalılık.
Araştırmaya bile gerek yok ama veriye dayanmak için araştırma yapıyorlar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “5 zincir marketin topladığı ürünle piyasalar alt üst oluyor” demesinin altındaki gerçek bu.
Muhalefet “öyleydi, böyleydi” diye cevap yetiştirmekle uğraşırken Erdoğan bu cümleyle şunları yaptı;
Bir, “Evet pahalılık var ve nedeni ben değilim, 5 zincir market” diyerek günah keçisini göstermiş oldu.
İki, “5” rastlantı değildi, halkın neredeyse tamamının muhatap olduğu marketlerdi ve böylece herkes için görünür/somut bir “suçlu” göstermiş oldu.
Üç, “zincir” millet olarak pek hoşumuza giden bir sözcük değildir, (altın zincir hariç, onu da alabilen az) marketlerle zincir özelliklerini birleştirdi.
Dört, liberalizmin “bırakınız yapsınlar”cı felsefesine itiraz edince, solcu gibi konuşan bir sağcı oldu.
Beş, “zincirleri kırmak” gibi en sevilen metaforlardan birini sol söylemden alıp cebine koydu.
Siz siz olun, “Sana ne söylememi istiyorsun?” sorusunu aklınızın bir kenarında tutun.
“5 ZİNCİR MARKET”İN FENALIKLARI
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “5 zincir market”ten söz etmesi sonrasında gördüklerimi özetlemek gerekirse;
Bir, iktisat tarihinin başlangıç düşünürü sayılan Adam Smith’in piyasayı düzenleyen “görünmez el”inin liberaller, özellikle “devlet düşmanı” neo-liberaller tarafından tamamen yanlış anlaşıldığı umarım görülmüştür.
Smith serbest piyasayı düzenleyen “görünmez el”den söz ederken kontrolsüz ve denetimsiz ortamdan söz etmez, devlet müdahalesini mutlak kabul eder.
İki, ülkemiz medyasının karaktersiz halini bir kez daha görünür yapmıştır. Geneli, “5 zincir market” isimlerini haberlerine koymayarak (Sözcü hariç) kirli ilişkiler ağındaki yerlerinin altını çizmiş oldular.
Halka hizmet için o marketleri ve “Rekabet Kurulu”nda aynı nedenle görüşülen diğer iki şirketi yazayım: Migros, BİM, Şok, Carrefoursa, A101, Procter&Gamble, Savola Gıda (Yudum ve Sırma yağları üreticisi).
Pahalılığın nedeni onlardır değildir bilemem ama fiyat artışının büyük oyuncuları onlardır.
DOKTORUMUZLA NASIL İLETİŞİM KURALIM?
Kendisine saygı duyduğum nörolog Prof. Dr. Derya Uludüz, “doktorumuzla nasıl iletişim kurmalıyız” sorusunu yanıtlamış.
Pek mutlu oldum ve hemen okudum.
Öneriler baştan sona hastaya dönük.
“Not alın”, “Doktorla empati kurun”, “Göz teması kurun” vs.
Halbuki doktorla sağlıklı iletişimin belirleyicisi hasta değil, doktorun kendisidir.
Zaten “acaba bana ne olacak” kaygısıyla kendisini doktora teslim eden hasta belirlemez iletişimin yönünü, doktor belirler.
Hastanın yüzüne bakmayan doktorla hasta nasıl göz teması kursun?
Daha komiği, asıl empati kurması gereken doktordur hasta değil.
Tıp ve Hukuk Fakültelerinde “iletişim” zorunlu ders olmalıdır, nokta.
(Acaba bir gün de hekim iletişimi üzerine mi yazsam?)
BÖYLE DÜŞÜNEN BİR BEN MİYİM?
Bir, çok merak ediyorum, aşıdan kazandıkları paralarla dünyanın en zenginleri arasına giren Uğur Şahin ve eşi, “Yeterince kazandık biraz da aşıdan yoksun ülkelere karşılıksız aşı gönderelim” diye akıllarından geçirmişler midir?
Hani dünya sağlığını düşündüklerini söylüyorlar ya o bakımdan.
İki, 1929 yılında eğitime başlayan bir okulu yıkarak yerine yeni bina yapılması türü haberleri her duyduğumda “Tarihi binaları yıkanların kendi evleri yıkılsın” hissinden kurtulamıyorum.
Üç, Beykoz’da özel ormandaki tüm ağaçlar kesilip 657 konut yapılıyor.
Orman özel ya, Çevre Şehircilik Bakanlığı onaylıyor, ÇED raporu gerekmiyor.
Medeni bir ülkede, mesela Danimarka’da, bırakın özel ormanı, kendi bahçendeki ağacı bile izinsiz kesemezsin.
Doğanın, ağaçların, kuşların “özel”i olur mu yaaa!!!
Dört, Çin kripto para işlemlerini yasakladığını açıkladı. Neden ama neden bizim ülkemizde de böyle bir karar alınmıyor?
Beş, medyadaki görkemli koltuğundan bir anda devrilen, kara paracı Sezgin Baran Korkmaz’la ilişkileri ortaya dökülen Veyis Ateş, “Biz bu mahallede kırk kişiyiz, hepimiz birbirimizi biliriz. Kimler kimlerle, neler neler..!” tweet’ini paylaştı.
Konu medya ve gazetecilik olunca maalesef, ne yazık ki adam haklı bu konuda.
Altı, Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı Mansur Yavaş, bine yakın öğrenciyi yurtlara yerleştirdiklerini açıkladı.
Yurt işi devletin ve YÖK’ün işi olmalı. Ve fakat ister belediye isterse devlet, bir üniversite kenti olan Ankara’nın, aynı zamanda “öğrenci yurtları kenti” de olmasını sağlamalı.
Yurtsuz kalmayacağından emin olan her anne baba, çocuğu sınavda Ankara’yı kazansın ister.
Yedi, dünyanın en anlamsız buluşlarından biri robot süpürgedir. Fikir iyi de, şekil ofsayt.
Ülkem kadınlarının “köşe bucak temizlik” diye bir kavramı var, ama arkadaş yuvarlak. Köşeye çarpınca geri dönüyor.
Evde robot süpürgen varsa, arkasından elinde bezle giden biri daha vardır.
Ben asla istemem evimde öyle kımıl kımıl dolaşan lüzumsuz bir şey.
Sekiz, futbolda küçük Anadolu takımlarının, dev İstanbul kulüplerini zorladıklarını görünce nasıl mutlu oluyorum anlatamam.
Dokuz, başarılı oldukça vitrinde varsınız. Mete Gazoz olimpiyat şampiyonu olunca göklere çıkardık, Dünya Şampiyonasında dördüncü olunca ismini anmadık.
Bu normal değil. Gerçek hayatta sürekli başarı yoktur, olması da gerekmez.
MUĞLA MİMARLAR ODASI ŞUBESİ NE YAPIYOR?
Mimarlar Odası Ankara Şubesi var. Bir de onun 100 muhalefet partisi gücünü aşan başkanı var: Tezcan Karakuş Candan.
Ankara’da, yasaya, plana, kentin yaşamına uymayan her projenin karşısına dikiliyor. Çatır çatır mücadele ediyor ve doğrunun yapılmasını sağlıyor.
Kentin koruyucusu, bekçisi gibi.
Ödüm kopuyor hazırcı muhalefet, Tezcan Hanımı siyasete çağırıp etkisizleştirecek diye.
Buna karşılık Muğla’da da Mimarlar Odası şubesi var. Ve fakat güzelim Muğla’da tecavüze uğramayan bir tek ilçe yok.
Şimdi de Ali Ağaoğlu diye bir beton dikici çıktı, Milas’ın bir köyüne ÇED raporları alt üst edilerek 30 bin kişilik kent kuruyor!
Kimse de “köyde, kentin ne işi var” demiyor. “Zaten mevcut su ve alt yapı ne Milas’a, ne de devamındaki Bodrum’a yetiyor” demiyor.
Mimarlar Odası Muğla Şubesi çıkıp ortalığı birbirine katmıyor!
Çevre Bakanı da, muhalefet de bu katliamı sessizce seyrediyor. Olacak şey değil!
Ya kendinize gelin ya da Tezcan Karakuş’u klonlayın, Muğla’nın da imdadına yetişsin.
“BENİMLE ÇIKAR MISIN?”
Sosyal medyada Beyza Akıncı “Allah’ını seven çıkma teklifini geri getirsin” paylaşımı yapmış.
“Beraber geziyoruz, vakit geçiriyoruz, sevgili miyiz, flört müyüz bilmiyoruz” demiş.
Herkes pek sevmiş çünkü herkeste aynı dert.
Zaman zaman işine gelse de, ilişkilerdeki muğlaklık insanları yoruyor.
İşine geliyor çünkü ait olmamanın özgürlükleri seviliyor ve fakat insan da son kertede tıpkı köpekler gibi, sınırlarını bilmek istiyor.
O çekingen, kalbi küt küt attıran “Benimle çıkar mısın?” sorusu, muğlaklığı ortadan kaldırıyor, durumu netleştiriyor.
Yanıt olumluysa sorun kalmıyor, olumsuzsa bir süre üzülse de havada asılı yaşamaktan kurtulmuş oluyor.
Yeni zamanların belirsizliği, bilinemezciliği insanı yüzde 99 mutsuz etmeye yarıyor.
Beyza Hanımın talebini destekliyorum ve fakat geriye dönmek olanaksız onu da biliyorum.
AKLIMDA KALAN
“Dönme zamanı”: Nobel ödüllü bilim adamı Aziz Sancar, Teknofest’te gençlere “Ben okumak için ABD’ye gittim ama geri dönemedim. Bu benim en büyük hatamdır” dedi. Yıllar önce, 3 Aralık 2010’da yazdığım “Dönmek Zamanı (Eşiği)” başlıklı yazımı hatırladım. “Çocuğum yurt dışına yerleşsin”ci anne babalar var. Çocuklarına iyilik yaptıklarını sanıyorlar. Ülkesinden uzakta yaşamak zorunda kalanların başarıları da mutlulukları da hep eksik kalır. Hem onlar hem de geride kalan aileleri nerede olduğunu bildikleri eksik parçayı arar ömür boyu. Dünyanın en ağır mahrumiyetlerinden biridir “ülkesizlik.” Giden gitsin elbette ama işini bitirir bitirmez dönsün memleketine.