SANA VERDİĞİM OYU, SEN NEDEN ONA VERİYORSUN?

Geçen gün önemli bir toplantıda kurduğum cümle, katılımcıların epey ilgisini çekti.

Bilgi basitti.

Ülkemiz insanları için eğitimli/ eğitimsiz fark etmeksizin aynı durum geçerli: Bedenen 21. , kafaca 20. , davranış olarak 19. Yüzyılda yaşıyorlar.

Geriye doğru bir toplamız. Halbuki zaman / değişim, ileriye doğru bir toplam. 21.Yüzyıldayız, 22. Yüzyıl o kadar hızlı geçilecek ki, 23. Yüzyıla girmiş olacağız.

Değişim hızını anlatmaya yüzyıl kavramı yetemiyor artık.

Bu gerçeği ülkemizin siyasal ortamına bakarak anlayabiliyoruz.

Siyasi partiler belirli dünya görüşlerini çerçeveleyen, temsil eden kurumlardır.

Seçmen hangi siyasi çerçeveye yakın hissediyorsa ona yönelir. Geldiğimiz noktada ise kesinlikle reddettiği siyasi görüşleri bile Meclis’e taşımaya hizmet etmek zorunda kalıyor.

Muhalefette kendisini “Mustafa Kemal’in izcisi” olarak tanımlayan biri gidecek, emperyalist güçlerle ilişkili siyasetçilere oy verecek.

İktidar partisinde kadının özgürleşmesi için mücadele eden muhafazakâr kadınlar, “cehennemde yakıla” naraları atan dünya görüşünü Meclis’e taşımak zorunda kalacak.

Tuhaftır, bireysel özgürleşmeden söz edildiği, hak ve özgürlüklerin gelişip yayıldığı zamanlarda seçmen, “istediği partiye oy verme” özgürlüğüne sahip değil.

Geriye doğru ilerliyoruz! Abuk.

Acıklı olan, liderler Ankara ve İzmir gibi yerlerde seçmenlere aday dayatmaktan, tepkileri “taşlar yerine oturur” umursamazlığıyla savuşturmaktan rahatsız değiller.

Seçmenle kan uyuşmazlığı olan adayları seçilecek sıralara koyunca, yaşanan infial ve tepkiyi hiç öngörmemiş olmaları siyasi körlüğün somut dışavurumu değilse nedir?

Kıyamet kopunca seçmene “Bu adayların geçmişte yanlışları olabilir” diyerek, “tıpış tıpış oy vereceksiniz” anlayışı üzerinde uzun uzun analiz gerekli.

Ve onları seçilmeleri garanti yerlere koyduran irade, seçimin kazanılması durumunda o adayları devlet yönetiminde görevlendirmeyecek mi?

Demokrasi seçenekler bolluğu olmalıyken, seçme özgürlüğünün bile olmaması, 19. Yüzyıldan bile geride değil midir?

 

AKLA ZİYAN SEÇİM KAMPANYALARI

Cumhurbaşkanı adayları çok ama çok milyon dolar harcanan seçim kampanyaları yapıyorlar.

Ekonomik krizdeki bir ülke için durum düşündürücü.

Kampanyaların oy verme davranışına etkisi oldukça sınırlı. O etki de kararsız seçmenler üzerinde oluşur.

Az farkla seçilme olasılığı varsa, sınırlı etki bile yaşamsal olabiliyor.

Kampanyaların genelinde gördüğüm durum, hiçbir iletişim bilgisine başvurulmadan planlanmış olmaları.

Kampanyalarını sosyal medya üzerine oturtan tarafların hayal kırıklığına uğrama olasılıkları ayrı konu.

Çünkü sosyal medya, “bir sen, bir ben, bir de bizim oğlan” ortamı. Birbirine benzerler birbirlerini gaza getirirler.

Seçmenle takipçi ayrımını yapamıyorlar.

Seçim iki yerde kazanılır; Masa başında, yani aday belirlerken, kampanya planlanırken, ve sokakta yüz yüze.

Eğer ülkeyi düze çıkarmada çözüm önerileriniz yoksa duygulara yüklenmekten başka çareniz de yoktur.

Duyguyu yönetmek, bilgi vermekten daha getirisi olan bir şeydir, bilgiye mesafeli toplumlarda.

Kampanyalarda temel konsept önemlidir. Sloganla özetlenir.

Slogan: Özet cümle, temel fikir. Kısa, çabuk, kolay söylenmesi esastır.

Uzun zamandır reklamcılık ve iletişim yönetimi düzeyimizin gecekondulaştığını yazıyorum.

Çıkar ilişkilerinin hedef kitleyi dikkate almanın önüne geçtiği, kirli ve bilgiden yoksun işleyen bir düzen. Çoğu iş, reklamcılığın ilk örneklerinin verildiği 19. Yüzyılın bile gerisinde.

İçerik ve sloganlarla AK Parti ve CHP’ye bakalım;

AK Parti’nin seçim bildirisini sunduğu organizasyonun karmaşıklığı aynen kampanya içeriğinde de devam ediyor. Dağınık.

Seçmeni oy vermeye ikna edecek bir konseptleri yok.

Sloganları tarihin en kötü işi: “Doğru zaman, doğru adam.”

Lisans birinci sınıf öğrencim kampanya masasında oturuyor olsaydı şu basit bilgiyi hatırlatırdı: “ ‘Doğru’ en görece kavramdır, dolayısıyla da en yanlış sözcüktür.”

“Doğru” kişiye, zamana, ülkeye, kültüre göre değişebilir. Erdoğan’ın daha sağlam bir vaade ihtiyacı vardı.

(Her şeyde bozulma, felsefe derslerinin kaldırılmasıyla başladı.)

CHP’nin kampanyası, açık hava mecralarında yer alana kadar sosyal medya temelli gidiyordu.

Birbirine benzerlerin alkışladığı bir ortamda oyları silip süpürüyorlardı ama sokağa yansımıyordu.

Bir türlü mutfaktan çıkamadı Kemal Bey, nihayet salona geçebildi videoda.

Hiçbir şey yapmasalardı da 20 yıllık iktidara tepki oylarını alacaklardı, aldılar.

“Sana söz” sloganının altı halâ dolmadı. Üstelik söz vermenin işe yaraması için  güven endeksinin çok yüksek olması gerekir.

Söz veren Haluk Levent olsaydı işe yarardı, zira güven endeksinde ilk sırada.

“15 bin TL bayram ikramiyesi”, “30 bin TL asgari ücret”, “300 milyar dolar yatırım” türü batan geminin malları yaklaşımı ters etki ederdi, kamuoyu araştırmalarına göre etti de.

Bilboard fotoğraflarında Kemal Beyin bize, yanındakilerin başka yöne bakması da evlere şenlik bir komedi.

Diyeceğim o ki, seçmeni koyversen de zaten alacakları oyları alacaklar. Aradan reklam ajansları hak etmedikleri halde zenginleşecek o kadar.

 

RTÜK’ÜN NURSEMA İLE DERDİ ŞU

“Kızılcık Şerbeti” dizisine 5 yayın durdurma ve yüksek miktarda para cezası verildi.

RTÜK’ün “kötü örnek oldu” iddiasına konu sahne şöyle:

Muhafazakâr ailenin kızı Nursema istemediği bir adamla zorla evlendiriliyor. İlk gece kocasının birlikte olma ısrarına karşı koyduğu için eşi tarafından yere itiliyor, kaçmak için pencereye tırmanmışken eşi onu aşağıya itiyor.

Karara itiraz edildi. Yayın durdurma cezası kaldırıldı. Dizi başlarken yayın durduruluverdi, sanki yangından mal kaçırılıyor.

Soru şu: Ekranlar işkence, kan, revan şiddet sahneleriyle doluyken RTÜK bu sahneye neden kafayı taktı?

Bence iki önemli nedeni var;

Bir, muhafazakâr ailenin boyun eğen kızı Nursema, kocasının kendisine tecavüz etmesine rıza göstermedi.

O sahnede Nursema’ya tecavüz edilseydi, RTÜK bir şiddet unsuru görür müydü? Kadınlara biçilen rol “öğrenilmiş çaresizlik”ti, dışına çıkılamazdı.

İki, birincinin zemini zaten, RTÜK’ün 8 üyeli Üst Kurulu’nun 7’si erkek!

Erkek egemen RTÜK için kendini var eden, boyun eğmeyen, erkek tahakkümünü kabul etmeyen Nursema “kötü örnek”ti ve bunu böyle söyleyemeyeceği için de zoraki şiddet sahnesi altına gizleyerek yapıyordu.

Durum apaçık RTÜK’ün kadınlara karşı geliştirdiği tavrın somut kanıtıyken, durumu kınayan bir tek kadın kuruluşunun olmaması, başkanı kadın olan İstanbul Barosu'nun konuyu görmezden gelmesi çok acayip.

Türkiye, çirkin niyetlerin hoyratlığını tepkisizce seyretmeyi hak etmiyor.

 

BAYRAMLARA SIKI TUTUNMAK

Büyüdüğümü ilk nasıl fark ettiğimi hep hatırlarım. Sanırım ilk hayal kırıklığım da oydu, unutmayışım da ondan.

Bir bayram sabahı kalktığımda, çocukluğumun bayram sevincini yastık başımda bulamayışımla anladım büyüdüğümü.

Yeni giysiler… Yeni ayakkabılar… Harçlığım… Hiçbiri yoktu.

“Yeni”nin anlamı kalmamıştı.

Yeni ayakkabıları almak için bayrama ihtiyacım yoktu. Üstelik artık çıplak ayak yürümeyi daha çok sever olmuştum.

Harçlığımı kendim kazanmak zorundaydım ve o da, bayram sabahı babamın avucuma koyduğu madeni paranın keyfini vermiyordu.

Büyümüştüm.

Çocuklarla büyüklerin bayram algıları farklı.

Çocukken her şey güzel bayramda. Ergenlikte her şey kötü. Yetişkinlikte değerli. Yaşlılıkta gerekli…

Büyüyünce “yeni”nin yerini, “değerli” olan alıyor.

“Kırmızı papuç”ların, “kırmızı oyuncak kamyonlar”ın yerini değerli ilişkiler, dost sesleri alıyor.

Kucaklaşmalar, sımsıkı sarılmalar alıyor.

İki bayram birlikte kutlanacak bunca hengamenin, mutsuzluğun ortasında. Ne güzel.

Şeker Bayramının çocuk bayramıyla bir arada olmasındaki ortak tatlılık, bizi alıp güzel günlere götürebilir.

Hepimiz tek bir kırmızı papucun içine, o kırmızı oyunca kamyonun kasasına tıklım tepiş sığabiliriz.

Gönlümüz geniş bizim.

Büyük Ramazan bayramı sofraları kurulsun, 23 Nisan çocuk festivalleri olsun ülkemde. Hep.

Yaraları saranın da, dertleri unutturanın da, çaresiz olmamanın da tek merhemi oluyor insan sıcağı.

Bayramlar daha çok kapı çalmak, daha çok gülümsemek, daha çok vermek, daha çok yorulmak ama güzel yorulmak fırsatı seriyor önümüze.

İnsan insana iyi gelir. Bayramlara sıkı tutunmak lazım.

 

İKİ ACAYİP ŞEY

Birincisi, TBMM’nin iftar yemeğinde Habertürk spikeri/sunucusu Mehmet Akif Ersoy’un gördüğü ilgi acayipti.

Adamla fotoğraf çektirmek için kuyruğa girdiler, gördüm.

Her zaman duruşun ve tavrın alıcısı vardır. Sağlam duruşun sağlam alıcısı vardır. Dilerim Mehmet Akif popülizme yenilmez.

İkincisi, Fenerbahçe Başkanı Ali Koç’un “Taraftara şampiyonluk sözüm var, yerine getirmeden başkanlığı bırakmayacağım” demesi çok acayipti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı örnek alıyor gibiydi. Geldim ama gitmem tarzı.

Erdoğan hiç değilse seçim kazanarak kalıyor ya Ali Koç neyin kafasını yaşıyor da kendisini seçmene dayatıyor?

Taraftara saygısızlık.

Acayip çok acayip işler.

 

AKLIMDA KALAN

TİP’in popüler adayları: Türkiye İşçi Partisi iyi başlamıştı. Gördüğü ilgi, cazibe noktası olmaya başladığını gösteriyordu. Sonra su bulanmaya başladı. Önce liderinin “kırmızı kazak” sorunu, sonra Tarık Akan’a benzerliği gibi TİP tarihine aykırı popülist konularla diğerlerine benzemeye başladı. Finlandiya’nın NATO’ya üyeliğine de “hayır” demeyince tarihsel tutarsızlığı konuşuldu. Aday belirlerken seçtiği yol, “Tarık Akan’ı mezarından kaldırabilseler aday yapacaklar” kıvamında ilerledi. Ülkücülüğüyle meşhur Mehmet Aslantuğ’u aday yaptılar! Öğrencim, doğuştan muhalif İrfan Değirmenci’yi bir kenara bırakırsak dizi seti ya da sanat festivali gibi oldu TİP. İşçilerin kredi kartı tutsaklarına dönüştüğü ortamda başka da bir şansı yoktu sanırım.

Diğer Yazıları