"Sen de herkes gibisin"

Başlık, 15 Ocak’ta 120 yaşına giren Nazım Hikmet’in o şahane şiirinden.

Cem Karaca pek güzel söyler, yol şarkılarımın vazgeçilmezidir.

Bu hafta üç bambaşka durumda, bu şarkıyı mırıldanıp durdum.

Bir.

Bülent Ersoy üzerinden Anıtkabir’deki askerlerin gereksizce tartışma konusu yapılması.

Herkesin aynı olduğu, aynı şekilde Ata’ya saygı sunduğu mekândır Anıtkabir.

Şarkıcının araya Turizm Bakanlığı’nı sokması anlamsız.

Anıtkabir’de ihtiyacı olan herkese, görevliler destek oluyor zaten. Hiç aksamıyor.

Ne var ki komutan, Bülent Ersoy’a duyulan antipatiyi analiz edememiş. Şemsiyeyi tutan üniformalı subay yerine sivil giyimli er olsaydı bu kadar tepki çeker miydi?

Ersoy ne kadar “Ben divayım” diye çırpınırsa çırpınsın, kendi kafası ve bir avuç yalakası dışında o da herkes gibidir.

İki.

Sırp tenisçi Novak Djokovic’ın, Avusturalya’dan sınır dışı edilmesi.

Dünyanın en büyük tenis turnuvalarından “Avusturalya Açık” için ülkeye giden Djokovic, aşı karşıtı.

PCR testi pozitif çıktığı halde aktivitelerine devam eden bir sorumsuz.

Avustralya yönetimi, ünlü diye kendisine müsamaha göstermedi. “Ün”ün, halka kötü örnek olacağı gerekçesiyle, “kurallarıma uymuyor, halkımı tehlikeye atıyorsan ülkemde kalamazsın” dedi.

Lüks bir otelde kalmasına izin vermedi, kaçak göçmenlerle aynı binada tuttu.

Ünlü- ünsüz, önemli-önemsiz, güçlü-güçsüz ayrımı yapmadan, efsane tenisçiye “Sen de herkes gibisin” diyen Avustralya, eğer insan olsaydı alnından öpesim vardı.

Üç.

Sinpaş’ın yasaları hiçe sayarak benim denizimi kendisine mülk yapması.

Marmaris’in en güzel koylarından Kızılbük’ün tamamını kapatan şirket, ne halkın ne çevrecilerin ne de gazetecilerin bölgeye girmesine izin veriyor!

Kamu malı araziye çit çekip güvenlik dikmişler.

Emniyet, jandarma, belediye, valilik ortada yoklar. Böyle bir yasa tanımazlık karşısında bir savcı çıkmalı ve bu şirkete “dur” demelidir, “sen de herkes gibisin!”

Seçim kazanmak isteyenler, halkın ülkenin deniz kıyılarına ulaşmasını sağlasın. Bazen kazanmak bu kadar basittir.

Ve her gün kendimize, kendisini dev aynasında gören çevremizdeki herkese “Sen de herkes gibisin” demekten vazgeçmemek gerek.

Çünkü öyle.

 

ÇOK İSTEDİĞİM ŞEYLER

Bir, şom ağızlı Dünya Sağlık Örgütü başkanı artık çıkıp “Pandemi sona erdi, istediğin kişiye sımsıkı sarılabilirsin” desin istiyorum.

İki, Rize Hemşin’deki bal ormanlarına açılacak taş ocağına verilen izni İdare Mahkemesi iptal etti. Ülkemin en güzel ormanlarını bir kanser gibi oyup tüketen tüm taş ocakları aynı sonu yaşasın istiyorum.

Üç, ücretsiz izlenen televizyon kanallarındaki şiddet içerikli tüm filmler çocukların izlediği saatlerde yayınlanmasın istiyorum.

Dört, Yayıncılar Birliği’nin “Acil 2022 Çağrısı” karşılık bulsun istiyorum, aksi halde kitap fiyatları altın fiyatlarına eş olacak.

Beş, Susan Sontag’ın “Radikal İrade Üslupları” kitabıyla, Chuck Palahniuk’un “Bunu Bi Düşün” kitabını okumak istiyorum.

Altı, dişe dokunur bir çözüm önermeyen politikacıların biraz susmalarını çok ama çok istiyorum.

Yedi, popçuların sahne kıyafetlerinden çok şarkı performansları konuşulsun istiyorum. (Mesela, Gülşen’in iç çamaşırlarını konuşmaktan sesini hatırlamaz hale geldik.)

Sekiz, nereye baksam bir şey koçu var. Yeme koçu, yürüme koçu, kariyer koçu, zayıflama koçu, doğum koçu. İnsanlar bir başkasına bu kadar mecbur kalmasın istiyorum.

Dokuz, Fatih Terim bir daha Galatasaray’a dönmesin, gidip kreşlerde falan çocuk takımı çalıştırsın istiyorum.

 

ONA BU YÜZDEN AŞIKTIM

Geçen hafta Sidney Poitier öldü.

İnstagram’a koyduğum “Sinemadaki ilk büyük aşkımdı” mesajıyla ona veda ettim.

Poitier’i keşfetmem ilk gençlik yıllarıma denk gelmişti. O yaşlardaki her kız kendisine bir kahraman arar, ben onu seçmiştim.

“Beyaz”ların sinemasında Oscar alan ilk siyahtı çünkü.

Yaşamı, “imkânsız”a meydan okumaydı. “Sen siyahsın tiyatro, sinema sana göre değil, git bulaşık yıka” diyenlere kulağını tıkamış, tutkularının ardına takılmıştı.

Ama bulaşık yıkamaktan da geri durmamıştı.

Yüreği, ten rengini delip geçmişti. Bugün bile zor olanı, bundan 60 yıl önce yapabilmişti.

En büyük gücü “istiyorum” ifadesiydi. “İstiyorum, öyleyse yaparım.”

“İstiyorum öyleyse gerçekleşecek.”

“İstiyorum ve mücadele edeceğim.”

“istiyorum ve bir sonraki gün, bir önceki günden daha iyi olacağım.”

“İstiyorum, yapacağım çünkü bana ‘isteme yapamazsın’ diyorlar.”

İstediği her şeyi yaptı.

Sinemada bir duruşu vardı ve o duruş, birçok siyah aktöre rol model oldu.

Ben de siyahtım kendimce, halâ da öyleyim.

Biri bana “olmaz, yapamam” dediğinde o kişiyle hiçbir yolu yürümek istemedim. Hayatımda “olmaz”, “yapılamaz”cıları hiç tutmadım.

 “İçimde bir şey var; buna ister ego, ister benlik bilinci deyin. Ama herhangi bir şeyde başarısız olmaktan nefret ederim” diyen bir şahane adam.

Şahane çünkü, başardığı her şeyi başkalarını alt etmekle değil, kendisini hep daha iyi olmaya programlayarak gerçekleştiren bir iyi kalp.

İşte ben, Poitier böyle bir adam olduğu için aşık olmuştum.

 

“HELLO TÜRKİYE”

Yıllar yılı hep sorup dururdum, neden kimse ülkemizin ismini ülkemizin dilinde yazmak konusunu gündeme getirmiyor?

Neden hayatımızdan geçen yabancılara “Turkey hindi demek ama bizim hindiyle ilgimiz yok” demek zorundaydık ki?

Nihayet uluslararası alanda “Turkey” yerine “Türkiye” yazmaya karar verildi. Bunun için de “Hello Türkiye” kampanyası başlatıldı.

Çok doğru bir işti, emeği geçenleri kutlarım ve fakat anlamadığım bir şey var. Kampanya filminde İstanbul var, Konya var, Nevşehir var Ankara yok.

Ankara’sız Türkiye filmi, tadı tuzu olmayan bir yemek gibi olmuş.

 

BENCE ESAS SORUN

Diyorlar ki “Sergen Yalçın’ı eleştirip durdun, takımdan gönderildi.”

“Fatih Terim’i hiç sevmedin, o da Galatasaray’dan gitti.”

“Ne istiyorsun bu adamlardan?”

Hiçbir şey diyorum.

Sadece. Büyümek her şeyi bilmek anlamına gelmiyor, anlasınlar istiyorum.

Her eleştiriyi kişilik meselesi yapmak yerine doğruluk payı var mı diye baksınlar istiyorum.

Zira bu arkadaşların en büyük sorunu kendilerini çok ama çok fazla önemsemeleri. Halbuki çoktan geçti o devirler.

 

AKLIMDA KALAN

“Evladını kim öldürdü?” sorusu: Gencecik bir delikanlı kaldığı cemaat yurdunda kendisini sıkışmış hissettiğini söyleyerek yaşamına son verdi. Adı Enes Kara’ydı. Yakında unutacağımız bir ad. Babası “Evladımı ateizm öldürdü” dedi. Evlat acısından saçmalaması normal ama söyledikleri acıdan değil. Kendisine bir cevap bulmak zorunda, bir günah keçisi lazım. Eğer o günah keçisini bulamazsa evladını kendi duyarsızlığının öldürdüğünü anlayacak. İşte o zaman dayanması olanaksız. O vicdan azabı, o suçluluk duygusu, o pişmanlık katlanılabilir bir şey olmaz. Enes’in babası, kendisine  içinde kendisinin olmadığı bir cevap bulmuş.

Diğer Yazıları