''Size ihtiyacımız var''

100. yılın önemini anlatmaya Nutuk’un ilk cümlesi yeter:

“1919 yılı Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım.”

İlk adım.

Her şey o ilk adımla başlar.

Cesurlarla korkaklar arasındaki fark budur.

Hedeflerine inananlarla inanmayanlar arasındaki fark da budur.

Nutuk’u baştan sona ortaokuldayken okumuştum. Kazandığım bir yarışmanın ödülü olarak verilmişti.

Babamın yarışma kazanmamdan çok, ödülün Nutuk olmasına sevinişini hiç unutmam.

Çünkü benim babam Mustafa Kemal’le yaşar. Odası, kitaplığı, duvarları O’nunla doludur.

Kiminle sohbet etse, baş konusu Mustafa Kemal’dir.

İnsanlara karşı tutumunu, onların Mustafa Kemal’e karşı tutumuna göre belirler.

“Ama baba, o adam Mustafa Kemal’i sevmek zorunda değil, onu öyle kabul et” dediğimde, söylenir:

“Ne demek sevmek zorunda değil? Bu ülkeyi sevip de Mustafa Kemal’i sevmemek mümkün olabilir mi? Ya ikisi, ya da hiç biri...”

Babam dün de hep yaptığı şeyi yaptı. Sabah oturdu televizyonun başına, hangi televizyon kanalı 19 Mayıs’ı ne kadar gördü, araştırdı.

Ve.

Uzun zamandan sonra ilk kez, “Bu kez görmezden gelmemişler” dedi ve daha önce 19 Mayıs’lara mesafeli duran kanalları sıraladı.

Haklıydı.

Bu kez, Mustafa Kemal vurgusuna önem vererek yayın yapan kanal sayısı geçen yıla göre hayli fazlaydı.

“Baba” dedim, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 19 Mayıs mesajını duydun mu?”

“Duydum, ismini görmesem Kılıçdaroğlu’nun mesajı sanacaktım.”

Sesindeki şaşkınlığı tahmin edin.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mesajında kullanılan dil, bende de klasik olarak “Atatürkçü”, özel olarak “Kemalist” bir izlenim bırakmıştı!

"Yaşasın özgür, bağımsız ve güçlü Türkiye" diye başlıyordu.

“Ben” demiyordu, “biz”den söz ediyordu;

“Milli mücadelemiz…”

“Topraklarımız...”

“Bağımsızlığımız…”

Eylemleri de “ben”den “biz”e geçmişti.

Gençlere “Biz size inanıyoruz” diyordu.

“Sizi dinlemeye hazırız.”

“İleriye taşıyalım.”

“Birlikte geleceğe koşalım.”

Ama en çok dikkatimi çeken, “Hepimizin size ihtiyacı var” cümlesiydi.

Bu ifade, “ben önemliyim”den “sen/siz önemlisiniz”e geçiştir.

Bu ifade, “benim milletim”, “ben ve millet”den, “bizim milletimiz”e geçiştir.

Bu, önemli bir üslup değişimidir.

Türkiye’nin huzuru ve geleceği, bu değişimin kalıcı olup olmayacağıyla yakından ilgilidir.

Ve bence, 19 Mayıs’ın 100. yıl kutlama mesajının dili de bir ilk adımdır.

Zaten oldum olası, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en sevebileceği tarihi kişinin Mustafa Kemal olacağına inandım.

Tüm mesele, dayatılan çerçeveleri kırma meselesi.

Tüm mesele, “doğru”nun ne olduğu kişiden kişiye değişse de, “gerçek”in kimseden kimseye göre değişemeyeceğini anlama meselesi.


SÜREKLİ TACİZ EDİLEREK YAŞARKEN…

Evim Çankaya’da. İş yerim Tandoğan’da.

Ankara’yı biliyorsanız bu güzergâhta şu binaları bilirsiniz;

Eski Köşk binası, Dışişleri ikametgâhı, TBMM ikametgâhı, Valilik ikametgâhı, İsrail ve ABD olmak üzere bir yığın elçilik binaları ve rezidansları, TBMM, Genelkurmay Başkanlığı, Kuvvet Komutanlıkları…

Her gün, çakarlarla yol isteyen önemli kişi konvoyları tarafından taciz edile edile işe gidiyorum.

Eve dönüşte aynı taciz.

Geçenlerde. Sabah. Trafik polislerinden biri, hızla akan araçların önüne atladı.

Trafiği kesmek için.

Yan sokaktan çıkan konvoya yol verdi.

Trafik açılınca polisin yanında durdum, “Senin çocukların yok mu” dedim, “bırak birazcık beklesinler. Hayatını riske atmana değer mi, birkaç saniye için?”

Başkentte yaşıyorsan, konvoyların taciziyle yaşıyorsundur. Önemli kişi sayısı, biz sıradan insanlardan kat be kat fazla.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, seller gibi akan konvoyundaki araçları azaltma yoluna gitmiş.

Daha mütevazı bir konvoy düzenine geçilmiş.

Eğer, eleştiriler nedeniyle yapılmışsa sonuç değişmez, o konvoy yine uzar.

Yok, “Biz mütevazı bir anlayıştan geliyorduk, aslımıza dönmemiz lazım” farkındalığından geliyorsa, bu iyiye işaret olur.


ESAS MESELE BU

Günlerdir, özellikle de 31 Mart’tan bu yana, muhafazakâr yazarların bir kısmı eleştirilerini sıralıyorlar.

Bazıları, mesela Yusuf Kaplan, muhalif kesim yazarlarından bile sert giriyor eleştiriye.

İşaret ettikleri bir şey var: “Popülizme takıldınız, çevreniz kirlendi, bizi biz yapan değerlerimizden uzaklaştınız.”

Ben konuya girme taraflısı değilim.

Ve fakat.

Medyatik din âlimi ve aynı zamanda rektör Nihat Hatipoğlu, iftar programı, sahur programı derken işi, başka dinden küçük bir çocuğu Müslüman yapmaya kadar vardırmış.

Hem de yayında!

Çocuğun ailesi diyor ki, “Bizim iznimiz yok.”

Nihat Hoca, rektör olduğunda “rektörlük ağır iş, medyadan vazgeçebilecek mi” diye sormuştum.

Vazgeçmek ne demek? Abarttıkça abarttı, bu uğurda sanırım ki hiç uyumuyor.

Diyanet İşleri’ne birkaç sorum var;

Bir, böylesi ihtirasın dinde yeri var mıdır?

İki, acaba bir din âliminin medyadan bu kadar para kazanması konusunda ne düşünüyorlar?

Üç, Nihat Hoca muhafazakâr yazarların eleştirilerinin özeti gibi durmuyor mu?


YAŞAMA ŞANSINIZI BAŞKASININ KARARINA BIRAKMAYIN

İçişleri Bakanlığı dedi ki, “Yaya öncelikli trafik anlayışına geçtik.”

Yaklaşım güzel de, uygulama sorunlu. Öyle “geçtik” deyince geçilmiyor.

Yayayı böcek gibi, kendisini de dev gibi kutsayan sürücülerin, şehirlerin yayalara ait olduğu bilgisine alışması uzun zaman alacak.

Yayaların da doğru trafik bilgisini kazanması uzun süreç.

Bakanlığın dikkati İstanbul’da. Konuyla ilgili bilinçlendirme/ bilgilendirme çalışmaları yetersiz.

Kent yolları tam bir karmaşa.

Bu görevi üzerime alıp birkaç hatırlatma yapsam iyi olur;

Bir, yaya öncelikli demek yayaların yolun istedikleri yerinden geçebilecekleri anlamında değildir.

İki, yaya geçidi ve trafik ışığı varsa öncelik trafik ışığına uymaktır. Araçlara yeşil yanarken yayalar yaya geçidi var diye kendini yola atmamalıdır.

Üç, her durumda sürücüler, yerleşim yerlerinde yavaş seyretmek zorundadır.

Dört, trafik bir eğitim ve kültür meselesi olduğu için de siz siz olun, yaşama şansınızı başka birinin durup durmama kararına bırakmayın.

Kendinizi emniyete almadan karşıdan karşıya geçmeyin.

Size acele et diyen iç sesinize, “Acele ettiğim hiçbir şeyde ödül veren olmadı” deyin.


MURAT BOZ MU BU?

Ekrem İmamoğlu’na 100 bin TL destek verdiği açıklanan Murat Boz için aklımdan geçen iki cümle:

Bir, acaba yürek mi yemiş?

İki, hayırdır bayım?


PEKİ BİZİ KİM ANLAYACAK?

Uçaktayım. Sevmediğin ot burnunda biter misali, uçakta tek kedili yolcu var o da benim önümdeki sıraya oturdu.

Yolculuk boyunca kedinin miyavlaması bitmedi. Benim asabım bozuldu.

Sahibi, “Sanırım sevmiyorsunuz ya da korkuyorsunuz” dedi garipseyerek.

“İkisi de” diye tısladım.

Benim kedi köpekle bir derdim yok, benden uzak oldukları sürece.

Neden kimse, etrafında kedi, köpek istemeyenleri de anlamaya çalışmıyor?

Neden her şeyi abartmak zorundayız?


HİKÂYE SIKMAYA BAŞLADI

Sadece sıkmakla kalsa iyi, bıktırmaya da başladı.

Herkes tutturmuş bir “Hikâyeye ihtiyacımız var”, “Bize bir hikâye lazım” lafı.

Bu cümlesiz konuşma yapan yok.

Hepimizin bir hikâyesi var. İyi yazılmış, kötü yazılmış orası ayrı.

Hikâye arayana kadar, hikâyeyi fark etmeye bak.


AKLIMDA KALAN

Emirates’te pilot olma isteğim: Duymuşsunuzdur, Emirates Havayolları pilot arıyor. 74 bin Tl maaşla! Dubai’de villa, sağlık giderleri, eğitim masrafları, 42 gün izin (uçuş izinleri hariç), yıllık ikramiye, eşe dosta ücretsiz bilet… Var da var… Hiçbir işe imrenmedim Emirates pilotluğuna imrendiğim kadar.. Ve fakat, bizden geçti. Yazık.

Diğer Yazıları