Su tohumları ve gerçeklik
Doğal surlarla çevrili vadide, dağ eteğine uç veren kayalıktaydı evimiz. Farklı formda taşlarla yükselen duvarlar; üzeri kireçlenmiş toprak sıva… Yatay dam direklerinin güçlü tutuşu ve saçak altı, güvercin evleriyle yerel mimari yapısıydı. Dünyaya zarar verir hiçbir malzeme içermediği için, ömrü dolduğunda sessizce eriyip toprağa karışacak, mütevazı bir inşa.
Aralıkta kuzeyden soluyan kar nefesi, tanelenip dama konduğunda duyardık kışı.
İlkin siyah lülelerin aktığı yanaklar ve burnum sıcak için ağlayana dek, gökten düşüşen pamukları kovalardım. Yükselen kurumlu zirveleri, geçitleri bir bir kapayan beyazı sevinç çığlıklarım karşılardı!
Küçüğün hayal dünyası nasıl da sınırsız kurar! Öyle ki az daha dikilsem, yukarılarda, yumuşak minderini buluta serip oturanı bile görecek olurdum. “İhtiyar kadın edebi” ile başına sardığı iki metrelik tülbenti arkaya sarkmış; yuvarlak yüzünde dünyanın en sevecen ifadesi ile gülümseyen nineyi işte! Armut burnun altında, çizgi gibi duran dudakları, belki de sadece tebessüm için vardı.
İlk kar zamanı, üst eteğine doldurduğu su tohumlarını avuçlayıp parmakları arasından binlerce arttırarak serpen tabi ki oydu! Yavaşça alıp aşağı bıraktığı bir avuç topak; bir tane daha derken, bereket sabaha dek sürerdi!
Soba ısısıyla saran gecenin ardından, yünlü giyeceklerle dışarı atılıp, ak kütleye dalmak kaçar mı hiç! Tümü on beşten küçük bir düzine akraba çocuk… Toprak damdan süpürülmüş yığınlara atlamak ve ahırlara giden yüz elli metrelik kar koridorunda koşturmak sadece ısınma hareketleriydi! Üstlerde donup kalmış minik buz yıldızlarını dilimize koyar, henüz tatmadığımız efsunlu lezzetlerle erisin isterdik… Tuhaf sebeplerle gizem avcılığı yapma huyu sanırım kronikti!
Karı sıkıştırıp, bloklar halinde üst üste dizerek yaptığımız evlerde, sudan eşyayla misafir ağırlamak da az iş değildi yâni! E, pek tabi, mekân kabulündeki en makbul konuk da yemeğini ateşte unuttuğu için çabucak kaçan komşu olacaktı!
Ezilerek yapılan pist ve on kiloluk makarna torbalarıyla kaymaksa, sona saklanan asıl cümbüştü. İmtiyazlı oğlanların daima hazır kızakları hariç, naylonun sağladığı konforla boy ölçüşecek malzeme mi varmış! Ne çok sonra envantere girecek plastik leğen, ne de ikiye bölünerek kullanılan deterjan kovalarının esamesi bile okunmaz!
Naylon çizmelerdeki yün çoraplara gelince, onca harekette kara yenilmez mi hiç? Yenilir tabi.
O zaman da, soğuktan kızarıp odaya dizilen ayacıkların imdadına, soba üstünde kızmış tuğlalar koşardı. Kalıbı beze sarıp üşüyen yere dayadın mı, tarifsiz bir devaya dönüşmesi gecikmez!
Ekmek pişirme sonrası ısıyı saatlerce koruyan tandır da bir başka faaliyet mekânıydı. Ancak nedense, bu alana kız çocuklarının rağbeti diğerlerinden daha fazlaydı. Belki kovuktan aşağı sarkan ayaklar ısındıkça, rahatlamanın yükselteceği sohbet potansiyeli, erkek çocuklarını aşardı da ondan… Bilemem!
Fakat kendi üretimimiz olan kara kovan balı, küp peyniri ve cevizli çörek eşliğinde çay keyfinin muhabbet demlediği kesin.
Kar yağarken farklı bir âlemde yaşardım. Yüzümün sıcaklığında eriyen her tane, hiç sönmeyecek bir mutluluk yalımıydı sanki. Buğdaya üşüşen serçeler, bodrum ve ambarlara sinen kediler, ağlara sarınan örümcekler bile sakin ve huzurlu görünürdü! Anne babamı ve aynı dam altında yaşadığımız amcamları da pek mutlu görürdüm. Sahiden de her şey çocuk dünyamdaki gibi miydi?
Bu sorunun cevabı için, babamın bir belgesel programındaki anlatımını izlemek daha doğru olur. İlgili linki ekliyorum.
Zira, ben pencereden lapa lapa inen kar tanelerinde erirken şeker tadında anılardan başkasına varacak olmam.
Selametle…