Sultan Abdülhamid’in damarlarındaki kan Fransız kanı mıdır?
Yahut diğer bir ifade ile Sultan Abdülhamid’in soyu Napolyon’a mı uzanıyor?
Osmanlı Sultanı ve tüm Müslümanların halifesi olan Abdülhamid’in adı önceki yüzyılda yabancı basında zaman zaman oldukça farklı suretlerde anılmış olarak görülür.
Onun özel hayatına ve soy kütüğüne dair Batı’da çıkan haberler o kadar çoktur ki yazılıp çizilenlerin ne kadarına inanmak gerektiği yahut verilen bilgilere ne derece itimat edilebilir olduğu hep şüphe ile hareket etmeyi gerektirmiştir.
Sözü edilen türden haberlerden birisi de Abdülhamid'in damarlarında Fransız kanı taşıdığı şeklinde olup fazlası ile romantizm yüklüdür.
Evet, iddia o ki Abdülhamid’in damarlarında Fransız kanı vardı ve o Bonaparte ailesinin bir akrabasıydı!
İlk duyuşta gayet sansasyonel ve oldukça romantizm yüklü olarak algılansa da böyle bir söylemin gerçek bir tarihsel geçmişe sahip olduğu sürekli dile getirilmiştir. Aimée du Buc de Rivéry'nin yaşadığı macera ve Abdülhamid’in onunla olan akrabalık bağı Avrupa’da esasen önceki yüzyılda bilinen ve her fırsatta yazılıp çizilen bir şey olmuştur.
Yazılıp çizilenlere bakılacak olursa Matmazel Aimée du Buc de Rivéry Cezayirli korsanlar tarafından esir alınmış, sonraki zamanlarda ise Sultan I. Abdülhamid’in gözdelerinden birisi olmuştur.
Sultan II. Abdülhamid’in de bu akrabalıktan dolayı Fransız halkına sempati ile baktığı ve hatta Sedan savaşı sonrasında nazırlarının Galler muhalifi temayüller gösterdikleri ifade edilmiştir.
Sultan II. Abdülhamid’in damarlarında Fransız kanı taşıdığı, iddia o ki, Türkler tarafından da kabul edilmiştir. 1867 Paris Sergisi sırasında La Turquie adlı gazete Fransız halkının Osmanlı ile dost olmalarının sağlayacağı faydalardan bahisle;
Oğlu Sultan Mahmut’un reformlarına Valide Sultana yani Matmazel de Rivéry’nin katkıda bulunduğu unutulmamalı diye yazmıştı.
İleri sürülen iddiaya temel teşkil etmek üzere Sidney Daney, History of Martinique adlı eserinde Abdülhamid’in anne soyunun kapsamlı bir anlatımına yer verdiği, Annals of Orleans ise söz konusu iddiayı ilginç gerçekler olarak ifade ettiği bilgilerle desteklediği ve Fransız tarihinde yer alan pek çok romantik efsanenin mevcudiyetini acımasız bir surette sona erdiren, fakat aynı zamanda birçok değerli tarihi gerçeği unutulmaktan kurtaran Dr. Cabanes, Secret Cabinet of History’de Sultan Abdülhamid'in damarlarında Fransız kanı bulunduğuna dair belge ve bulguları arz ettiği ifade edilmiştir. Yine Rufuz, Aubenas ve daha başka Fransız tarihçiler Dr. Cabanes'ı söz konusu beyanlarını, belirtildiğine göre, desteklemişlerdi.
Konuya dair yapılmış olan muhtelif anlatımlar, ayrıntılarda farklılık gösterseler de, güzel yüzlü Aimée du Buc de Rivéry'nin Sultan II. Abdülhamid'in büyük büyükannesi Sultana-Valide olduğu konusunda aynı nihai görüşte hem fikirlerdi.
Bu şecere söyleminin tarihsel olarak izini sürmek tatlı bir romantizm yahut heyecan verici bir efsane tadında uzayıp gitmekte olsa da, yabancı kaynakların satırlarına yansıyan tarihsel kanaate göre soy bilimsel gerçekler tartışılmaz niteliktedir. Bu tür düşüncedeki tarihçilere göre zengin Fransız sömürgecilerin birçoklarının kızları örneğinde olduğu gibi I. Napolyon'un ilk karısı Josephine Beauharnals’ın şeceresi de tartışma kabul etmeyecek derecedeki mutlak bir doğrulukla bilinmekteydi.
Fransız tarihçilerinin iddia ettiği ve kitaplara ve romanlara konu olan Aimée du Buc de Rivéry sergüzeştinin kısa bir hikâyesi şöyledir:
Aimée du Buc de Rivéry çocukken memleketi Martinique'den Fransa'ya, Nantz'daki Ziyaret Manastırı'na eğitim görmesi için gönderilmişti. 1784 yılında henüz 18 yaşındaydı. Bir tekne ile memleketine dönmek üzere yola çıkmıştı.
Yolculuk sırasında tekne su almaya başlamış, fakat batmadan önce yolcular ve mürettebat, Mayorka'ya giden bir İspanyol gemisi tarafından kurtarılmıştı. Ancak İspanyol gemisi de, genç Aimée du Buc de Rivéry ve mürebbiyesini Cezayir’e, Cezayir Beyi'nin sarayına götüren korsanlar tarafından ele geçirilmişti. Aimée, o kadar büyüleyici bir güzellikteydi ki, Cezayir Beyi onu İstanbul’da bulunan padişaha hediye olarak sunmaya karar vermişti…
Ancak Aimée, saraydaki yaşam biçiminden öylesine nefret etmişti ki Haremağası'nın tehdit ettiği ölüm bile onu haline rıza göstermek için belirleyici olamamıştı.
Aimée, Sultan I. Abdülhamid’in gözünde ve gönlünde son derece kıymetli bir hal kazanmış ve kısa bir süre sonra gözdesi olarak Valide rütbesine yükselmişti. Ayrıca Sultan’a bir de, Osmanlı tahtına II. Mahmut adıyla geçecek olan bir erkek çocuk vermişti.
Müslümanların halifesi olan II. Abdülhamid işte bu çocuğun, II. Mahmud'un torunuydu.
Dolayısıyla da kendisini Bonaparte ailesi ile irtibatlandıran Aimée du Buc de Rivéry’nin de torunu demekti. Zira Aimée du Buc de Rivéry, Fransız imparatoru Napolyon Bonapart'ın taçlı karısı olan Joséphine de Beauharnais’ın ilk nesil kuzeniydi.
Ancak iddiaya göre Sultan II. Abdülhamid’in şeceresini Korsikalı ailesine ulaştıran tek zincir bu da değildi. Aimée du Buc de Rivéry, Canino Prensi Lucien Bonaparte ile 1802 yılında evlenmiş olan Matmazel Alexandrine de Belschamps'in de kuzeniydi.
Yine iddiaya göre, hakkında çok az konuşulsa da, bu şecere ilişkisinin mevcudiyeti Osmanlı Sarayı’nda çok iyi bir surette bilinmekteydi. Yıldız Sarayı’nın bu ilişkiye itiraz etmediği zamanlar dahi olmuştu. Zira Sultanı Abdülaziz 1867 yılında Paris'e gittiğinde, yarı resmi bir İstanbul gazetesi olan Turquie şöyle yazmıştı:
Sultana-Valide olarak Matmazel de Rivéry'nin sarf etmiş olduğu çaba ve etki oğlu Mahmut’un reform ruhunu muhakkak ki geliştirmiş olmalıdır. Osmanlı Devleti reform yolunda atmış olduğu ilk adımını bir Fransız kadına borçludur.
Ayrıca resmi çevrelerde uygun olmayan herhangi bir kinayenin bir Türk gazetesinde yer almasının imkânsız olduğu düşünülürse veya böyle bir ifadenin zikri imkânsız kabilden bir şeyse, Turquie'nin desteklenmeyen söz konusu beyanı dahi II. Abdülhamid'in Fransız kökenli sayılması için yeterli kanıt oluşturabilirdi.
Bütün bunlara ilaveten Sultan Abdülaziz 1867’de Paris’e gittiğinde III. Napolyon annesinin romantik macerasını bütün yönleriyle basına anlatmıştı.
İddia o ki Martinikli Sultana 1817'de Hristiyan olarak ölmüştü. Daney ve diğerleri, onun sarayda bile babalarının inancına sadık kaldığını söylerler. Ancak onun bu beyanının hatalı olduğunu ifade konuya dair sair yazılarda, Osmanlı İmparatorluğu'nun gelecekteki hükümdarının en sevdiği Sultana ve annesi olarak sahip olduğu konum gereği, onun İslam inancını kucaklamak zorunda kaldığı belirtilmiştir. Fakat hemen bir istisna getirilmiş ve son hastalığında büyük bir pişmanlığın kendisini yakaladığı ve bir Hıristiyan olarak ölmek istediği de ifade edilmiştir. Annesini seven Sultan II. Mahmut ise onu kararından caydırmak için boşuna çabalamıştır. Neticede ise annesinin son dileğini yerine getirmek zorunda kalmıştır.
Konu bu noktadan sonra daha bir romantizm yüklü olarak şöyle anlatılmaktadır:
Böylece gecenin zifiri karanlığında Yeniçeriler, rahip Peder Christomos'u alıp getirmeleri için Pera'daki St. Anthony Manastırı'na gönderildi.
Manastırdaki hiç kimse bu endişe verici davet hakkında doğru bir fikre varamamıştı. Korku ve endişe içerisindeki rahiplerin yapabildikleri tek şey yirmi dört kürekçi tarafından çekip çevrilen teknenin Boğaz'ın karanlığında kaybolmasına sadece şahitlik etmek olmuştu.
Saray’a ulaşılınca Peder, muhteşem bir şamdanla aydınlatılan muhteşem bir daireye götürülmüştü. Bir kanepenin üzerinde, ipek örtülere sarılmış beyaz saçlı bir kadın yatmaktaydı. Kapıda, Peder Chrisostomos'un raporunda ifade edildiğine göre, 40 yaşlarında bir erkek durmaktaydı. Ortanın üzerinde bir boyda, geniş, asil bir kaş ve emredici bir görünümü onu diğerlerinden ayırıyordu. Siyah renkteki güzel sakalı yüzüne ciddiyet, görünümüne ağırbaşlılık yüklemişti. Pedere kendisini takip etmesini işaret ederek kanepeye doğru ilerlemişti.
Anne, işte dininizden bir rahip. Arzu ettiğiniz gibi.
Sultan'ın duyduğu hüzün ve içinde bulunduğu çaresizliğinin işaretleri yüzüne aşikâr bir surette yansımıştı.
Rahip ölmek üzere olan kadına doğru eğilirken Sultan da odanın diğer bir köşesine çekilmişti. Bir saat kadar süren fısıltı halindeki ritüel o kadar alçak bir sesle icra edilmekteydi ki sahnenin tek tanığı olan Sultan söylenenlerin bir tek kelimesini dahi duyamamıştı. Ancak Peder Chriostomos yeni bir vaftiz töreninin icrasına geçip Rivéry'nin alnına haç işareti yaptığında Sultan II. Mahmut kendini yere atmış, gözyaşları içinde ve zoraki bir sesle Allah'a yakarıp yalvarmıştı.
Sansasyonel ve romantizm yükü anlatım şu suretle sona etmektedir:
Marsilya banliyösünde yer alan Boreili Sarayı’nda soylu bir adamın portresi mevcuttur. Bu portre Sultan II. Mahmut’a ait olduğu için kafasında fesi vardır. Onun yanında ise başka bir portre daha yer almaktadır. O da, rüyalarda kaybolmuş ve üzüntüyle gülümseyen gururlu bir kadını göstermektedir. Harika suretteki güzelliğini hala muhafaza ediyor olsa da asırların izleri yüzüne kazınmış bir vaziyettedir. Söz konusu kadın ve söz konusu yüz Sultan II. Mahmut'un annesi Aimée du Buc de Rivéry'nin yüzüdür.
Yabancı kaynak ve basında Nakşıdil Sultan’ın hayat hikâyesi işte bu suretle anlatılmışken konu Türkçe kaynaklarda yeterli düzeyde ele alınıp incelenebilmiş değildir.
Türkçede yer alan eserler daha ziyade tercüme türünden romanlardan ibarettir. Nakşidil Sultan (Aimée), Osmanlı Sarayının Gizemli Kadını, Frenk Cariye Nakşidil yahut Margaret L. Law’ın kaleme aldığı Nakşidil Sultan bu konudaki Türkçeleştirilmiş eserler kabildendir. Yahut Necdet Sakaoğlu’nun Bu Mülkün Kadın Sultanları adlı eserinde olduğu gibi bazı popüler eserlerde konuya sadece bir bölüm olarak yer verilmiştir.
Oysaki Nakşidil yahut de Rivéry’nin özellikle ölümünden sonraki yıllarda hayat hikâyesi Batı’da fazlası ile yazılıp çizilmiştir. Hakkında birçok dilde çok sayıda roman tarzında da olsa kitap telif edilmiştir. Janet Wallach’ın Seraglio’su, Barbara Chase-Riboud’un Valide’si, Maurizio Costanza’nın La Mezzaluna Sul Filo - La Riforma Ottomana Di Mahmûd II’u, Prince Michael of Greece’in Sultana’sı yahut March Cost’un The Veiled Sultan’ı, Lesley Blanch’ın The Wilder Shores of Love’ı ve Benjamin A. Morton’un The Veiled Empress’i söz konusu kitaplardan bazılarıdır. Sadece Fransa’da, onlarca belgesele ilaveten, kendisi ile alakalı 170 kitap yazıldığını söylemek dahi mümkündür.
Yine Batı’da Nakşidil yahut de Rivéry ile alakalı yazılan eserlerin bir kısmı The Favorite, Nakşidil Sultan ve Esir Sultan gibi adlarla dizi film haline dahi getirilmiş yahut filmleştirilip beyaz perdeye aktarılmıştır.
Türk araştırmacılar ve Türkçe kaynaklar Nakşidil Sultan’ın mensubiyetinin Fransız olduğunu kararlı bir surette reddetseler de milliyeti ve saray öncesi hayatına dair kesin bir bilgiyi de ortaya koyamamışlardır. Kafkas kökenli olabileceği ve dolayısıyla da, Kafkasların Saray için kadın tedarikinde bir memba olmasını dikkate alınarak, ittifaken olmasa da, Gürcü olduğu söylenmiştir.
Türkler ve Fransızlar tarafından paylaşılamayan Nakşidil Sultan hakkında Türk araştırmacıların söylemleri, Fransız söylemlerini “dayanaksız bir suretteki” yalanlamaktan ibarettir.
Nakşidil Sultan’ın mazisine dair eldeki bilgilerin son derece sınırlı olmasına rağmen saraya kabul ediliş biçimi konusundaki romantik hikâyenin Türk yazarlar tarafından kabul edilmemesi ve bilakis onun I. Abdülhamid’in kız kardeşi Büyük Esma Sultan’ın cariyelerinden biri olduğunun ifade edilmiş olması Fransızların iddia ettiği sergüzeşte engel teşkil edecek kalite ve katiyette değildir.
Türk araştırmacılar tarafından 1776’da doğan ve 1788’de Nantes’da bulunduğu bilinen, hakkında sonradan pek çok haber, makale, roman yazılan, sinema-televizyon filmleri çevrilen, Fransız kraliyet ailesine mensup Aimée du Buc de Rivéry olduğu bilgisi doğru değildir denilse de bu “değildir” hükmünün;
Nakşidil Valide Sultan ile ilgili kayıtların kendisine verilen yiyecek içecek maddelerinin miktarları ile birtakım teşrifattaki yerini belirten bilgilerden ibaret olması nedeniyle, fazla bir kıymet-i harbiyesi bulunmamaktadır.
O aynı zamanda Türk yazarlar tarafından;
Önceki valide sultanlar gibi devrin siyasi gelişmelerinde taraf olduğuna veya bazı kararların oluşmasında etkisinin bulunduğuna dair bir kayıt yok şeklinde tanımlanıp sınırlandırılmışsa da bu hükmü kanıtlayan bir delil olmadığı gibi aksinin söylenmesine engel teşkil edecek bir vesika da yoktur.
İddialarının doğruluğu her iki tarafça da kanıtlanmamış ve söylemleri daha ziyade söylentiler üzerine inşa edilmiş bulunan Türk ve Fransız taraflarının tarihi bir şahsiyeti bu denli önemli bulmalarının gerisindeki neden, pek tabii ki onun ait olduğu ırki köken, yaşadığı serüven yahut haremde bir sultan olmasından ziyade, Türk-Fransız siyasi ilişkilerinin tarihsel boyutu ile yakından alakalı olsa gerekir.
Sultan Abdülaziz'in 1867 Paris seyahati ve bu seyahat sırasında Napolyon Bonapart'ın eşi Josephine'in torunu III. Napolyon’nun Fransız basınına Sultan Abdülaziz ile akraba olduklarından bahsetmesi şarkın manen ve madden en büyük sultanına karşı yapılabilecek oldukça yerindeki bir dostluk jestinin ötesinde Türk-Fransız dostluğunu öne çıkarmak anlamında Fransız kamuoyunu yönlendirme noktasında yapılan yine oldukça yerinde bir algı operasyonundan başka bir şey olmasa gerekir.
Fransız tarihçilerin böyle bir iddia ile ortaya çıkmış olmasının tarihi arka planında Avrupa’daki kral ve kraliçeler arasında geçerli olan akrabalık bağlarının kültürel etkisinin mevcudiyetinden de söz etmek mümkündür. Uluslararası ilişkilerde ve ittifaklar tesis etmede yahut anlaşmazlıkların çözümünde akrabalıkların önemi ve sağladığı avantajlar malumdur.
Bu anlamda Alman Kayzeri İngiltere Kraliçesi Victoria’nın torunu, 1901’de tahta geçecek olan Kral Edward’ın yeğeniydi. Danimarka Kralı IX. Christian ise Kral Edward’ın kayınpederiydi.
Yunan Kralı I. Georg Edward’ın kayınbiraderi, Çar III. Alexander’ın hanımı Dagmar ise Edward’ın baldızıydı.
Bulgaristan Prensi Ferdinand’ın babası Kraliçe Victoria’nın kuzeni, annesi ise Fransa Kralı Lui Filip’in kızıydı. Romanya Kralı I. Karol da Fransa İmparatoru III. Napolyon’un kuzeniydi.
Aimée du Buc de Rivéry'nin Nakşidil Sultan olduğu iddiası bir hakikat yahut bir yakıştırmadan ibaret olsa da Türk-Fransız siyasi, kültürel ve dostluk ilişkilerinin şekillenmesinde önceki yüzyılda ne denli etkili ve faydalı olmuştur, işin bu tarafı herhalde daha mühimdir. Ayrıca Osmanlı sultanlarının birçok milletten birçok evlilik yaptıkları dikkate alındığında böyle bir iddiayı reddetmenin ve illa da, “o bir Gürcü idi” demenin de fazla bir faydası yoktur.
Söz konusu iddianın doğruluğunun ispat edilmesi halinde Türk-Fransız ilişkileri tarihini, en azından bir yönüyle, yeniden yazmak gerekecektir.
Türk-Fransız ilişkilerinin gerilip kopma noktasına geldiği bu günlerde siyaset ufkunun yeniden sükûn bulabilmesi için eski yahut yeni bir versiyonu ile yeni bir Aimée du Buc de Rivéry yahut Nakşidil Sultan hikâyesine acaba ihtiyaç yok mudur! En azından TV kanallarında yahut beyaz perdelerde.