Sultan Vahdeddin İstanbul’dan Neden Ayrıldı
Sultan Vahdeddin’in İstanbul’dan ayrılması esasen 1908 yılından beri Osmanlı tarihinde süre gelen olayların tabiî bir neticesi olarak kabul edilebilir.
Bu tarihî olğunun yanı sıra Sultan Vahdeddin’in daha 1920’lerden itibaren hayatını tehlikede görmesi onun İstanbul’dan ayrılması için en büyük neden olmuştur. O, kendi ifadesi ile bunu şu şekilde dile getirmiştir:
Saltanattan ayrılmam ve vatanı terk etmemin sebebi, özellikle savaş sonrasındakiler olmak üzere, umumî harpten sonra yaptıkları işten dolayı hesaba çekilmesi gerekenlerin önündeki mesuliyet korkusundan dolayı değil, fakat bilakis hayatımı, kanun tanımayan, insafı olmayan ve hatta hakkın müdafaa olunmasını kabul kabiliyetinden dahi mahrum bulunan kimselerin eline teslimden sakınmak içindi. Bu, Allahu Teâla’nın ve akl-ı selim kimselerin de kabul etmediği bir şeydir. Ayrıca bu davranışta “güç yetirilemeyen şeyden uzak durmak peygamberlerin sünnetindendir” ifadesinin delâlet ettiği şeye ve müvekkilim Hazret-i Peygamber’in hicretine iktidâ vardır.
Sultan Vahdeddin durumu bu şekilde özetlemiş olmakla birlikte onun İstanbul’dan ayrılmasını gerektiren daha başka nedenler de vardı. Bu nedenlerden bazıları şunlardı:
1 1922 sonbaharına gelindiğinde Milliyetçilerin İstanbul’da artık belli bir güç ve nüfuz elde etmiş oldukları aşikâr bir hal almıştı. Bu duruma mukabil işbaşında bulunan ve Sevr Antlaşması’nı imzalamış olan İstanbul Hükümeti ise artık günden güne güç ve kuvvetten düşmeye başlamıştı. Ankara Hükümeti tarafından hain olarak ilan edilmiş olan ve milliyetçi taraftarların akın akın İstanbul’a gelmeleri ile hayatı tehlike içine giren Sultan Vahdeddin’in mevcut şartlar dahilinde İstanbul’da daha fazla kalması, en azından kendi kanaatine göre, pek mümkün değildi. Dolayısıyladır ki Sultan Vahdeddin, kaçınılmaz olarak İngiliz Yüksek Komiseri’ne iltica talebinde bulunmayı uygun bulmuştu.
2 Büyük Millet Meclisi’nin 1 Kasım 1922’de hilafet ve saltanatı birbirinden ayırması ve saltanatın kaldırılmasına dair ilgili kanunu benimsemiş olması ve ayrıca Refet Paşanın müttefik devletler mümessillerine müracaat ederek İstanbul’daki sivil idareye BMM Hükümeti adına el koymuş olduğunu dile getirmiş bulunması Sultan Vahdeddin’in İstanbul’dan ayrılma konusunda karara varmasında etkili olan diğer gelişmeler olmuştu.
3 Millî Mücadele’yi İttihatçılığın bir devamı olarak kabul eden ve bu cemiyete olan aleyhtarlığı ile tanınan gazeteci ve Peyâm-ı Sabah başmuharriri Ali Kemal’in Beyoğlu’nda derdest edilerek zorla İzmit’e götürülmesi ve sonrasında da orada linç edilmesi ve sair hadiseler Sultan Vahdeddin’in İstanbul’u terk etme konusunda nihaî karara varmasında etkili oldu. Bu beklenmedik gelişme Sultan Vahdeddin’in Ankara’daki siyasî havayı, Milliyetçilerin İstanbul’a bakışlarını ve kendi akıbetinin ne olabileceğini idrak etmesine kapı araladı.
Bilindiği gibi Ali Kemal (1869–1922) Millî Mücadele yıllarında, mücadelenin daha başından itibaren Atatürk’e ve onun amaçlarına karşı çıkmıştı. O tarihte İçişleri Bakanı olduğu için sadece düşünce açısından Atatürk’e karşı çıkmakla kalmamış, onu tutuklatmak için birçok tertipler de hazırlamış ve ilgililere emir üstüne emirler vermişti. Erzurum Kongresi’nin başından Sivas Kongresi’nin sonuna kadar Atatürk’ü tutuklatmak için uğraşmış, sonuç alamayınca da bakanlıktan çekilme yoluna gitmiş, fakat Millî Mücadele’ye karşı olan tutumunu hiçbir surette değiştirmemişti. Onun Millî Mücadele’ye karşı sınırsız düşmanlığı ister istemez kendisine birtakım kalıcı düşmanlar kazanmasını da kaçınılmaz hale getirmişti. Nihayet 10 Kasım 1922 günü, İstanbul'da Müdafaa-i Hukuk davasını desteklemek amacı ile kurulan gizli cemiyetlerden birisi olan MM grubu (Müdafaa-i Milliye)’na bağlı birkaç kişi İstiklal Mahkemesi’ne çıkarılmak üzere kendisini Ankara’ya götüreceklerini belirtmişlerse de İzmit’te bölge kumandanı Nurettin Paşaya teslim etmişlerdi. Ali Kemal nihayet, Nurettin Paşayla görüştükten sonra dışarı çıkarken kumandanlık karargâhı önünde bekleyenler tarafından linç edilmişti.
Sultan Vahdeddin daha 1922 yıllı ortalarında Milliyetçilerin kendisinden uzun zamandır nefret etmekte olduklarından söz etmiş, iki tarafın adeta uzlaşamaz bir duruma geldiklerinin işaretini vermiş, onlarla birlikte çalışmasının artık imkânsız hale geldiğini dile getirmişti.
İstanbul Hükümeti Ankara ile uzlaşma sağlanması ve iş birliğinin gerçekleştirilmesi yolunda her ne kadar belli bir gayret ve çaba sarf etmişse de bu çabalardan olumlu bir sonuç da alamamıştı. Vahdeddin’in beyanına ilaveten Yüksek Komiser Marquess Curzon of Kedleston’un da değişik kaynaklardan edindiği bilgilerle teyit etmiş olduğuna göre de İstanbul Hükümeti uzlaşma noktasında son bir teşebbüs olarak Salih Paşayı Milliyetçi temsilcilerle görüşmek üzere Fransa ve İtalya’ya göndermiş, fakat bu teşebbüsünden de müspet bir netice elde edememişti.
Sultan Vahdeddin’e göre müttefiklerin sağladıkları fırsatlar neticesi Milliyetçilerin İstanbul’da idareyi ele almaları kaçınılmaz gözükmekteydi. Böyle bir durumda ise kendisinin İstanbul’da kalması mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla da Sultan Vahdeddin’e göre en makul yahut en doğru hareket İstanbul’u bir an evvel terk etmekti.
Diğer taraftan Milliyetçilerin İstanbul’da idareyi ele almaları halinde Sultan Vahdeddin’i tahtından alaşağı edip, mevcut veliahdı da göz ardı ederek, Sultan II. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Mehmed Selim’i padişah olarak ilan edecekleri o günlerde alenen konuşulmaktaydı. Ayrıca basında Büyük Millet Meclisi’nin Sultan Vahdeddin’i yargılayacağı yolunda yazılar da çıkmaya başlamıştı. Bu ve sair gelişmeler İstanbul’dan ayrılıp ayrılmama konusunda Sultan Vahdeddin’in tabii olarak nihaî kararını vermesini hızlandıran unsurlar olmuştu.
Şehzade Mehmed Selim’i ahmak biri olarak kabul eden İngiliz siyasilerine göre Selim’in tahta geçirileceği yolundaki söylentiler esasen Milliyetçilerin padişahı kukla konumunda tutmak istemelerinden başka bir şey değildi ve bu yöndeki rivayetler bu çerçevede değerlendirilmeliydi.
Bu yöndeki söylentiler, doğruluğu yahut yanlışlığının hiçbir surette önemi olmaksızın, o günlerde ciddi derecede siyasî ve ruhî sıkıntı içerisinde olan Vahdeddin’in İstanbul’da kalmak yahut ayrılmak noktasında son kararını belirlemesinde oldukça etkili olmuştu.
Amiral Sir J. de Robeck 14 Ekim 1920’de İstanbul’dan Earl Curzon’a gönderdiği bir yazıda, o tarihlerde Türkiye’deki siyasî durum ve Vahdeddin’in mevcut siyasî yapı içerisindeki konumuna dikkat çektikten sonra önerilen uygulamanın onu mevcut yapıya göz yumarak tahtında kalmaktansa çekilmeye mecbur bırakacağı belirtilmişti. Söz konusu yazıda önerilen usul ve tavsiye edilen metodun ne olduğu aşikâr olmamakla birlikte bunun İngiliz Hükümeti’nin Sultan Vahdeddin’e izlemeyi tavsiye ettiği metot olduğu düşünülebilir. Böyle olması halinde ise Vahdeddin’in İngiltere’nin politik oyunlarına alet olarak onların oluşturduğu siyasî bir ortam neticesinde İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldığı söylenebilir. Bu yaklaşımın doğru olarak kabul edilmesi halinde ise Sultan Vahdeddin İngiliz devlet ricalinin siyasî dehasına kurban gittiği ve neticede İngiliz siyasî dehasının onu hem tahtından ve hem de yurdundan mahrum bıraktığı söylenebilir.
İstanbul’da bulunan İngiliz yetkilileri Vahdeddin’in İstanbul’dan ayrılma kararını onun olaylar karşısında paniklemiş olmasından kaynaklandığı şeklinde yorumlamışlardır. Öyle anlaşılmaktadır ki bu panikleme, Vahdeddin’in kendisine yakın bulup önem verdiği İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’un İstanbul’dan ayrılması ile daha da artmıştı.
İngiltere’ye göre Sultan Vahdeddin’in içinde bulunduğu durum, diğer bir ifade ile meydana gelen siyasî gelişmeler onu kendi güvenliğini sağlamak üzere iltica talebinde bulunmakta haklı kılmıştı. Yaşanan siyasî gelişmeler onun İstanbul’da kalarak ülkesine hizmet etmeye devam etmesine daha fazla müsait değildi ve artık Türkiye onun için istikbal vaat etmemekteydi.
Sultan Vahdeddin 20 Ağustos 1923’te San Remo, İtalya’dan “VI. Mehmed Vahdeddin-i Han-ı Sâdis” imzasıyla ve hususi kaydıyla İngiltere Hariciye Nazırı Lord Curzon’a gönderdiği mektupta İstanbul’dan ayrılış nedenini:
Anadolu’da zuhur eden isyan komitesine karşı tek başıma olarak açtığım ve fakat bilahare maalesef yalnız kaldığım cihadın neticesinde İstanbul’dan taç ve tahtımdan uzaklaşmak zorunda kaldığı şeklinde ifade etmişti.
Sultan Vahdeddin, 13 Mart 1924 tarihinde ve “M. Vahdeddin” imzasıyla “İngiltere Kralı ve Hindistan İmparatoru Haşmetli Beşinci George Hazretlerine” hitabıyla Kral George’a gönderdiği mektupta da:
Bir hayli neden ve zorunlu haller neticesinde saltanat merkezini terk etmeye zorlanmış
olduğunu belirtmişti.
Diğer taraftan Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu’ya saltanat ve hilâfeti kurtarmak için geldiklerini o güne kadar çeşitli nutuklarında dile getirmiş olmalarına rağmen, elde edilen zaferlerle Millî Mücadele’nin artık sonuna gelinmesi üzerine, öncelikle saltanata karşı cephe almaya başlamışlardı. Bir “Cumhuriyet” idaresi kurmak isteyen Mustafa Kemal, 1 Kasım 1922’de Büyük Millet Meclisi’nde saltanatın ilgası konusunu gündeme getirmişti. Mevcut siyasî gelişmelerden zaten son derece rahatsızlık duymakta olan Vahdeddin de tabiî olarak, saltanatın ilga edilmesi konusunu kendi sonunu hazırlayan başlangıçlardan birisi olarak değerlendirmişti.
General Refet Paşanın 19 Ekim’de İstanbul’a gelişi, geliş biçimi ve Sultan Vahdeddin ile görüşme şekli ve konuşmalarındaki ifade tarzı şüphesiz ki Sultan Vahdeddin’i rahatsız eden ve kendi geleceğinden endişe duymaya sevk eden en önemli gelişmelerden birisi olmuştu. Refet Paşa Gülnihal gemisi ile geldiği şehre yoğun bir kalabalığın alkışları arasında ve bir kahraman edası ile ayak basmıştı. İdarî kadroda yer alan zevatın temsilcilerinin de hazır bulunduğu bu karşılama sırası ve sonrasında Refet Paşa gideceği yere kadar halk tarafından kesilen kurbanlar ve yine halk tarafından yapılan dualar eşliğinde gitmişti. Halkın izhar ettiği teveccüh gösterilmesi gererken teveccühün kat be kat üstündeydi ve padişahlara gösterilecek bir düzeyde olmuştu. Sultan Vahdeddin bile Refet Paşayı karşılamak ve hoş-amedi mesajını kendisine iletmek üzere yaverini Kabataş’a göndermek zorunda kalmıştı…
Anadolu hareketinin başarıya ulaşması için Mustafa Kemal ve arkadaşlarının basına fazlası ile önem verdikleri bilinmektedir. Millî Mücadele yıllarında mevcut gazetelerin Milliyetçiler tarafından maddî ve manevî açıdan desteklenmeleri yanında yeni gazetelerin yayın hayatına başlaması için hararetle teşvik edilmeleri söz konusu olmuştu. Yurt çapında çıkan gazetelerin önemli bir kısmı Millî Mücadele lehine propaganda faaliyetlerinin ve Milliyetçiler tarafından alınan kararların halka duyurulmasının önemli birer aracı olmuşlardı. Anadolu’daki hareketin başarıya ulaşmasından hemen sonra başlatılan inkılâplara karşı halkın müspet surette yaklaşımını sağlamak için de yine basına müracaat edilmiş, toplumsal zeminin uygun bir hale getirilmesi için kullanılmıştı.
Millî Mücadele’nin özellikle son dönemlerine doğru basının icra ettiği en önemli fonksiyonlardan birisi hiç şüphesiz ki Vahdeddin’e karşı yürütülen aleyhte kampanya olmuştu. İstanbul’da çıkan gazetelerin hemen hemen tamamına yakın bir kısmı ya Anadolu hareketine destek vermişti ya da İttihatçı bir çizgi izlemişti. Diğer taraftan “Peyam” ve “Sabah” gibi millî hareket aleyhtarı gazeteler ise kapatılmıştı.
Sultan Vahdeddin, özellikle İstanbul gazetelerinde günden güne artan bir dozla aleyhinde çıkan ve kasıtlı bir şekilde yazıldığı aşikâr olan haberlerden son derece rahatsız olmuş, hayatı ve geleceği hakkında ciddi endişelere kapılmıştı. Onun İstanbul’dan ayrılışının ve ayrılışını gizli bir surette gerçekleştirmiş olmasının en temel nedenlerinden birisi hiç şüphesiz ki İstanbul gazetelerinin kendisi üzerinde icra ettiği olumsuz tesirdi.
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının basını kullanarak Anadolu’daki güçlerin her an İstanbul’u ele geçirebilecekleri izlenimini vermiş olmaları ve “millî hareket aleyhinde çalışan başta Sultan Vahdeddin ve İstanbul Hükümeti olmak üzere herkesten hesap sorulacağı” tarzındaki ifadelerin gazetelerde sık sık dile getirilmiş bulunması adeta Vahdeddin ve Hükümeti aleyhinde bir basın darbesi olmuştu.
İstanbul’un müttefik devletlerin işgalinde bulunduğu bir sırada Mustafa Kemal ve arkadaşlarının basın yolu ile ortaya koydukları bu tehdidin ne kadar uygulanabilir olduğuna şüphe ile bakılabilirdi. Ancak unutulmamak gerekir ki bu dönemde İstanbul işgal altında olmakla birlikte İstanbul’da Anadolu’daki harekete destek veren bir hayli insan bulunmaktaydı. Hatta Anadolu’daki hareketi başlatanlar İstanbul’dan giderek bu harekete liderlik etmişlerdi. Diğer taraftan müttefiklerin İstanbul’daki kuvvetleri de çok büyük bir sayıda değildi. İşgal ordusunun İstanbul’da Türk yönetimi üzerindeki kontrolü de sınırlı bir durum arz etmekteydi. Bu nedenledir ki Milliyetçilerin, müttefik kuvvetlerle çatışma doğuracak bir yolla değil de basını kullanmak suretiyle hedeflerine varabileceklerini ümit etmeleri gayet normaldi.
Ankara merkezli gazeteler sayfa ve sütunlarında bir taraftan Vahdeddin’i ruhen huzursuz edecek yazı, haber ve tehditlere fazlası ile yer verirken diğer taraftan da onun olumlu da olsa almış olduğu hemen her kararı tamamıyla görmezlikten gelme politikası izlemişlerdi. Bu anlamda örneğin, söz konusu çizgideki gazeteler Vahdeddin’in 1922 yılında Mustafa Kemal’in Yunanlılara karşı kazanmış olduğu zaferi tebrik etmediğini belirtmişken savaşta şehit olanlar anısına Topkapı Sarayı ve Fatih Camii’nde düzenlenen törenlere katılımına ise gerekli ilgiyi yeterince göstermemişlerdi. Tam aksine 1922 Eylülünde Milliyetçilerin İstanbul’da idareyi ele almaları halinde Sultan Vahdeddin’i tahtından alaşağı edileceğini, mevcut veliahdı ise göz ardı ederek, Şehzade Mehmed Selim’in ise tahta geçirileceğini yazıp çizmeye başlamışlardı. Yine basında, Büyük Millet Meclisi’nin zamanı ve sırası gelince Vahdeddin’i yargılayacağı, yaptıklarının hesabının kendisinden tek tek sorulacağı yolunda yazılar kaleme alınmıştı.
Bu dönemde bazı milliyetçi liderlerin konuşmalarında Vahdeddin’in tahttan indirilemese bile saltanattan mahrum edilerek sadece dinî yetkilerle sınırlı hale getirilip halife olarak bırakılacağı açıkça dile getirilmişti.
Vahdeddin’in Abdülmecid Efendi lehine tahttan indirileceği Milliyetçiler arasında enine boyuna tartışılır olmuştu. Öyle ki ifade edilenlere bakılacak olursa bu hususun kabulü Milliyetçiler tarafından merkezî hükümet ile anlaşmaya varabilmenin ön koşulu haline getirilmişti. Abdülmecid Efendi ise kendisinin halife yapılması fikrine hiçbir surette karşı çıkmamıştı. Esasen bu türden rivayetler ile Damad Ferid Paşanın tekrar hükümeti kurmakla görevlendirilmesinin ve misilleme politikalarının yeniden uygulamaya konulmasının önüne geçilmeye çalışılmıştı.
Sultan Vahdeddin, basında aleyhinde çıkan ve ileride maruz kalacağı durumları pervasız bir surette dile getiren yazıların ve yine Ali Kemal’in linç edilmesi örneğinde olduğu gibi zaman zaman meydana gelen bazı siyasi olayların aslında kendisi üzerinde Milliyetçilerin baskı oluşturmaya yönelik türden girişimleri olduğuna ve bu tür baskılar vasıtasıyla kendisinin tahttan ayrılmasının hedeflendiğine vakıftı. Ankara Hükümeti’nin sözü edilen tarza bir politika izlemeyi benimsemiş olmasının Vahdeddin’e göre en önemli nedenlerinden birisi kendisini doğrudan doğruya tahtan indirmeye Milliyetçilerin cesaretinin olmamasıydı. Fakat Vahdeddin, hal böyle olsa da, şartlar kendisini üstlenmiş olduğu sorumluluktan muaf tutmadığı sürece, kendisine olan güveni yok etmemek için tahttan çekilmeyeceğini belirtmişti. Ancak öyle anlaşılmaktadır ki onun bu kararının geçerliliği kendi tercihinden ziyade İstanbul’da bulunan İtilaf devletlerinin tavrına bağlı olmuştu.