ŞUURSUZLUK VE UTANMAZLIK ARASINA SIKIŞMAK

Kalabalık bir kafede, zaten yüksek olan sesini abartılı bir düzeye çekerek uzadıkça uzayan bir telefon konuşması yapıyordu genç kız.

Telefondaki sevgilisi olmalıydı. Gizli saklı her şeylerini duyduk, öğrendik.

Ağza alınmayacak küfürler, yüz kızartıcı cümleler. Sanki ortamda kimse yokmuşçasına rahat.

“Edepsiz” diye söylendik. Nihayet arkadaşım, “Hanımefendi sesinizi az alçaltsanız mı, kafamız şişti?” diye uyaracak oldu, “Sana ne oluyor ki?” diye böğürdü kız.

“Döveyim mi” iç sesimle, “şiddete karşıyız” iç sesim arasındaki çatışmanın sonucunda kafeden çıktık. Kız halâ sevgilisini evire çevire dövüyordu telefonda.

Tam da Narin’in ölü bedeninin arandığı, Polat’gillerin serbest bırakıldığı günlerdeydik. Geçeyim.

Üniversitede öğrenciyken, hocanın kapısı önünde kalbim küt küt atardı, rahatsız edersem endişesiyle ters bir laf işitirsem korkusu arasında.

Herkes öyleydi, nezaket, sevgi, saygı.

Sonra ülkemize özgürlük geldi (!) Sanki daha önce hiç özgürlük gelmemiş gibi olduk.

Sanki hiç egemenliği millete vermemiş, hilafeti kaldırmamış, “kul”luktan çıkmamış gibi, okuyup gelişmiş, geliştirmiş olmamış gibi, ne hikmetse 1980’lerden sonra gelmişti özgürlük.

Sanki daha önce ayaklarımızdan zincirle bağlıydık gibi.

Sanki 1980 öncesi eğitim sistemi bize köleliği dayatmış gibi, tu kakaladık.

Özgürlüğü toplumsallıktan alıp bireyselliğe indirgeyince özgür olduk sandık. “Sen özgürleş de geri kalan ne halt ederse etsin” dedik.

Ne gördüysek almayı özgürlük saydık, tüketimle köleleştirildiğimizi umursamadık. Modaya uyuyorsak özgür saydık kendimizi.

Milli Eğitimi, Özal’ın da palazlamasıyla teknolojik evrime indirgedik, değerler eğitimini boş verdik.

“Bizim evde bilgisayar var” gösterisini, “bizim çocuk büyüğünü sayar, küçüğünü sever”e tercih ettik.

Değerler eğitimini din eğitimine, cami sayısını artırmaya endeksledik.

Toplum içerisinde yaşamak, başkalarının sorumluluğunu da taşımaktı. Toplum ölünce başkalarına karşı sorumluluk da öldü, “ben” tanrısına tapınmaya başladık.

Sonuç? Kendimizi sıkça “şuursuz”, “edepsiz”, “utanmaz” derken bulduk.

Anlamları ayrı gibi dursa da aynı kapıya çıkıyor hepsi, “Düşünmeden ve yaptıklarının sonucunu hesaba katmadan hareket etme…”

Benim kullandığım haliyle, “bilinç dışı davranış.”

Çocukların öldürülmesi gibi. O kadar çok, o kadar sık, o kadar topluca öldürülmesi. Geçen hafta, ondan önceki hafta, daha önceki hafta.

Bir engellinin itilip kakılması, eziyet görmesi.

Yaşlıların dayak yemesi.

Anne babayı dövme, öldürme.

Dahası var.

Sokak ortasında kamuya açık alanda cinsel ilişkiye girmek.

Akan trafikte yola atlamak.

Sağa sola ateş etmek.

Alkollü araç kullanmak.

Kalabalık mekânları silahla taramak.

Bir canlıya zarar verebileceği kaygısını hiç taşımamak. Hayvanlaşmak bile değil, hayvanların kendi türüne zarar vereni, aç kalmadıkça yoktur.

Tüm bu şuursuz hareketlerin akıl hastalığı raporu yoksa, cezası var.

Mesele de bu, akıl hastası olmadığı halde ortaya çıkan şuursuzluk. Sonuçlarını düşünmeden davranma.

Her şey özgürlüğü yanlış tanımlamamızla başladı, tıpkı ilk düğmeyi yanlış iliklemek gibi.

Aslında her şey, okullarda “Andımız”ı okutmayı yasaklamakla da başladı.

“Türk’üm, doğruyum, çalışkanım. Yasam küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymaktır. Ülküm yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene!” sözlerinden, toplum için yaşamayı değil de ırkçılığı anlamakla başladı her şey.

İlkokuldan üniversiteye, eğitim sistemini ve özgürlüğü neoliberizme teslim ettiğimiz gün, Narin’leri kurban vermeyi de, Dilan-Engin Polat’gilleri de hak ettik.

Çocuklarımıza rol model diye kala kala soytarılar kaldı.

Geçmiş olsun.

 

KORKULARDAN KURTULMAZSAK

Harp okullarının mezuniyet töreninde teğmenler yemin ettiğinden bu yana ortalık karıştı.

Oysa teğmenlerin yemin metninde suç olacak hiçbir şey yoktu.

Önce “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağırıyorlar, ebedi başkomutanlarına bağlılık gösteriyorlar.

Sonra subay yemini ediyorlar:

“Ant içeriz ki laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına, ülkenin bölünmez bütünlüğüne, yüce Türk ulusunun namus ve şerefine, aziz vatanın bir karış toprağına uzanacak eller karşısında bizi bulacak ve kılıçlarımız daima keskin ve hazır olacaktır. Bizler Türk istikbalinin evlatlarıyız. Şerefimizle doğduk, şerefimizle yaşayacağız. Şerefimizle öleceğiz. Ne mutlu Türküm diyene!”

Sözlerde suç unsuru yok. Aksine gurur duymalık.

Soruşturma açılmasında da sorun yok. Zira 15 Temmuz’la birlikte Türk ordusunun üzerine düşen gölge, tam olarak kalkmış değil.

Ne var ki yakamızı bırakmayan “darbe korkusu”, doğruyla yanlışı birbirine karıştırmamıza neden oluyor.

Teğmenler suç işliyorsa sadece disiplin suçu işliyorlar. Disiplin suçu da doğrudan onların değil, bağlı oldukları üstlerinin sorunu.

Zira belli ki teğmenler bu yemine çalışmışlar, hazırlanmışlar. Herhalde bunları gizlide yapmamışlardır, okulun bilgisi vardır.

Sırf darbe korkusu yakamızı bırakmıyor diye, gencecik insanların emek verdikleri mesleklerinden uzaklaştırılması umarım soruşturma kapsamında değildir.

 

CHP’DE İŞLER FENA KARIŞIK

Görünen tek CHP var, görünmeyen ise en az dört CHP var.

Hatta biraz daha yakından bakarsanız çok daha fazla.

Tüzük kurultayının görünmeyen yüzünde kavga alevlendi.

Kulislere göre, İmamoğlu’nun, Yavaş’ın, Kılıçdaroğlu’nun CHP’si var, bir tek Genel Başkan Özel’in yok.

İmamoğlu’nun CHP’si ise en az iki parça; Murat Ongun’un CHP’si ve diğerleri.

Seyredelim.

 

BENCE

Uzun zamandır “bence” yazmamıştım. Yazayım;

Bir, teğmenlerle ilgili soruşturma açıldığı haberi günlerdir tartışıldığı halde, AK Parti sözcüsü Ömer Çelik’in “Bu çocuklar Atatürk dediği için bu soruşturma açılmıyor, disiplinsizlik unsurlarının tespiti için soruşturma açılıyor” açıklaması bence epeyce geç oldu.

İki, İmamoğlu’nun Belediyeler Birliği Başkanlığı şapkasıyla şehir şehir gezmesi, kendisini belediye başkanı seçen İstanbulluyu hayli rahatsız ediyor bence.

Üç, bugün seçim olsa CHP’nin biri büyükşehir olmak üzere en az iki büyük belediye başkanlığını kaybedeceği kesin, bence.

Dört, yazmaktan yoruldum, Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nazmi Bilgin tam 32 yıldır o koltukta oturuyor. Oturduğu koltuğu eskidiği için en az beş kere yenilemiştir ama kendisi gitmiyor.

Elbette suç, ondan çok onu seçenlerde, “artık yeter” demiyorlar.

Gazeteci Nursun Erel “artık yeter” diyerek aday oldu. Bence çok doğru yaptı, dilerim üyeler de “artık yeter” derler.

Beş, Paris 2024 Paralimpik Olimpiyatlarından 94 sporcuyla 28 madalya alarak döndük. Oysa Paris yaz olimpiyatlarında 102 sporcuyla 8 madalya aldık.

Koşullar zorlaşınca başarma motivasyonu da artıyor. Konfor, sporcuya iyi gelmiyor bence.

 

BAŞARI RASTLANTI DEĞİLDİR

Mourinho’yla ilgili haberde okudum. Dünyaca ünlü teknik adam Fenerbahçe tesislerinde saat 10.30’daki antrenmana sabah 8.30’da geliyor, hazırlıkları da kendisi yapıyormuş.

“Ben starım, herkesten sonra gelirim” demiyor olması üzerine düşünmek gerekmez mi?

Meşhur Hünkâr Lokantasının sahibi Feridun Ügümü’nün ölümü üzerine oğlunun sözleri de şöyleydi: “Babam her sabah lokantaya sevgilisiyle buluşmaya gider gibi heyecanla giderdi.”

Ben başarının asla şansla, rastlantıyla ilgisi olduğuna inanmam. Başarının iki net kuralı vardır;

Bir, yaptığın işi aşkla sevmek.

İki, çok çalışmak.

 

AKLIMDA KALAN

Pierce Brosnan’ın evliliği: Bildiğim en yakışıklı 007 James Bond, Pierce Brosnan’dır. O yakışıklı adam, 23 yıldır Keely ile evli. Keely çocukları doğduktan sonra kilo almış. Bildiğiniz şişman bir kadın olmuş. Yıllar içerisinde bu durum karşısında yakında boşanırlar beklentisi artmaya başlamış. Keely’nin arkadaşları, ameliyat olması için baskı yapıyorlarmış. Yakışıklı olsun olmasın erkeklerin genç, zayıf, güzel, seksi kadınlarla birlikte olacakları algısı herkesi esir almış görünüyor. Ve fakat Brosnan, karısının olduğu gibi kalmasını istiyor ve onu her haliyle sevdiğini her fırsatta söylüyor, söylemekle kalmayıp bunu gösteriyor da. Sağlıklı ve huzurlu ilişkilerin güzellikle ilgisi olmadığını, hatta en son güzellikle ilgisi olduğunu göstermesi bakımından ne şahane bir örnek bu.

Diğer Yazıları