Tarihin sesine kulak ver!
Duydum ki; orta öğretimde müfredattaki tarih dersi pek yakında seçmeli olacakmış. İnkılap Tarihi ise zorunlu kalacakmış.
Hâlihazırda Atatürk İlke ve İnkılapları Tarihi Dersi’nin (dersin adı bile yanlış) okutulması anayasanın âmir hükmü. Anayasayı şu an değiştirmek ise pek olası gözükmüyor. Belki de o sebeple İnkılap Tarihi Dersi müfredatta bâki.
Orta öğretimde tarih dersinin seçmeli hale gelmesi kanaatimce zararları sonraki yıllarda gözükecek türden bir devrim. Kapitalizmin her geçen gün değer kazandığı, her şeyin maddi yönü dikkate alınarak kıymetlendirildiği bir zaman diliminde; para getirmeyen, istihdam fırsatı sağlamayan ve genç bir dimağ için hiçbir cazibesi bulunmayan bir dersi kim niye seçsin ki. Gerçekçi olalım. Bu ülkede seçmeli demek seçilmez demektir genelde.
Dolayısıyla böyle bir kararın uygulamaya konması adeta bir devrimdir. Harf devrimi gibi bir şey. Okuyamadığımız tarihi artık öğrenmeyeceğiz de.
Son derece üzücü ve bir o kadar da hakikaten düşündürücü bir karar.
Bilindiği üzere sosyal bilimler toplumları anlamada, yönlendirmede, kitlelere hâkim olmanın yanı sıra devletlerin ve cemiyetlerin mevcudiyetlerini belirlemede önemli bir role sahiptirler. Fen-teknik ve sağlık bilimleri bir anlamda devletlerin ve cemiyetlerin bedeni mesabesinde iseler Sosyal Bilimler de ruhu ve şuuru makamındadırlar. Ruhsuz ve şuursuz yaşamak ne denli mümkün ise Sosyal Bilimlersiz yaşamak da o derece mümkündür.
Fertler için ruh ve şuur berraklığı, zindeliği ve sağlamlığı ne denli ihtiyaç ise toplumların ruhu mesabesindeki Sosyal Bilimlerin de söz konusu hususiyetlere o denli haiz olması gerekir. Sosyolojisi ile psikolojisi alt üst olmuş ve temel toplumsal değerlerden mahrum bırakılmış kitlelerin hayatiyetlerini sürdürmedeki başarısı, hastalıklı bir ruha yahut yozlaşmış bir şuura sahip fertlerin durumundan pek farklı değildir.
Devlet ve cemiyet hayatında uzun soluklu mevcudiyetler ancak ve ancak toplumsal dinamiklerin yerli yerinde olması, sosyal problemlerin zamanında teşhis ve tedavi görmesi, ulusal ve uluslararası düzeyde meydana gelen hadiselerin izlenerek analiz edilmesi, sosyo-politik ve sosyo-kültürel alanlardaki gelişim ve değişmelerin küresel çapta ve derinlikte yakından takibinin sağlanması, bilgiye vukufiyet, bilgi üretimi, elde edilen bilginin paylaşımı ve benzeri hazırlıklar ve donanımlarla alakalıdır.
Bunu sağlamanın en temel ve en başta gelen unsurlarından biri ise hiç şüphesiz ki sosyal bilimler ve alanlarında uzmanlaşmış sosyal bilimciler ve kurumsallaşmış müesseselerdir.
Kanaatimce, toplumun aydınlatılması, gerçeklerin paylaşımı ve daha da önemlisi milli ve manevi değerlere bağlı, varlık sebebinin şuuruna vakıf, asrın hakikatini müdrik ve bir o kadar da onurlu nesillerin yetişmesi için Tarih Dersi ilgili müfredatın olmaz ise olmaz unsurları arasında yer almalı, ülkemizin haiz olduğu stratejik konum, maruz kaldığı ulusal, bölgesel ve küresel problemler ve risklere ilaveten devir aldığı tarihi miras, hale ve istikbale dair üstlenmesi gereken sorumluluklar dolayısıyla da “geleceği inşa edici” kurumsal bir kimlikle yürütülmelidir.
Tarih derslerinin yeni bir yapılanma ile kısa ve uzun soluklu bir mastır çalışma planı çerçevesinde “geleceği inşa” noktasında etkin kılınması kaçınılmazdır.
Tarih küçümsenip görmezlikten gelinemeyecek kadar mühimdir ve tüm insanlığın tecrübesini haizdir. Ondan yararlanılması bilinirse, hali anlamak ve istikbali daha iyi kurgulamak mümkün olacaktır.
Bir imparatorluk bakiyesi olan, bulunduğu coğrafya itibari ile her an hayati riskler yaşayan, tarihi ve sosyolojik meseleleri elan devam eden Türkiye gibi bir devletin tarih dersini seçmeli hale getirmesi kendi istikbalini adeta dinamitlemesi gibi bir şeydir.
Bilgili toplum ve yetişmiş insan kavramları kulağa hoş gelen ve olması da gereken zaruri bir durum iken fertlere bilgi ile birlikte şuur, iz’an, feraset, mantık, felsefe ve merhamet hususiyetlerinin de kazandırılması gerekir. Aksi takdirde anne babasını zehirlemeyi “bilen” ama neticesini “akıl” edemeyen; eşini yahut yakınını kesip parçalamayı yahut bir köpeğin gözlerini çıkarabilmeyi “bilen” ancak merhamet duygularından mahrum kalan nesiller yetiştirilmiş olur.
Unutmamak gerekir ki milli meseleler, ulusal değerler ve sosyal hadiseler mutlak anlamda fen türünden bilgiler ile çözümlenip muhafaza edilemezler.
Fen bilimleri maddi ve somut güç üretirler. Soğuk ve duygusuz bir yapıları vardır. Ayrıca fazla da eğilip bükülmez bir haldedirler. Sosyal bilimler ise soyut, manevi hallidirler ve tabii olarak da sıcak, duygusal ve hatta coşkulu ve elastikidirler.
Toplumlar, silah, tank ve tüfekler ile değil sosyal bilimler ile şekillendirilirler. Milletleri maddi güçleri değil, manevi güçleri olan sosyal bilimler inşa eder. Öyle olmasaydı yokluk içinde yola çıkılan, ölenlerin “şehit”, kalanların “gazi” soyut kavramları ile anıldığı Kurtuluş Savaşı gerçekleşmez ve kazanılmazdı. Vatan bilinci, millet dayanışması ve istiklal sevdası, bayrağa atfedilen kutsiyet hep sosyal bilimlerin yani tarih bilgisinin neticesi oluşmuş inanç ve kavramların eseridir.
Yeterli ve doğru tarih bilgi ve bilincine sahip olunamadığı içindir ki Mustafa Kemal’in Milli Mücadele yıllarında ve sonrasında Suriye halkı ile nasıl kucaklaştığını, nasıl bir dayanışma içine girdiğini ve onlara niçin “Despotizmin eline düşmüş ve düşmanın kötü emellerine maruz kalmış mahzun bir milletin sesine kulak verin” diye seslendiği bugünkü Türkiye’de maalesef yeterince idrak edilememektedir. Sahip oldukları tarih bilgisi fukaralığı dolayısıyla büyük bir şuursuzluk ve idraksizlik içerisinde olan kesimler tarafından, dün Anadolu’nun işgalden kurtarılmasında kendisine yardımcı olan bugünün vatansız Suriyelilerine “defolun gidin” deme hadsizliği gösterilebilmektedir.
Unutmamak gerekir ki bugünkü Bulgaristan istiklalini, geçen asırda kendisini inşa etmek üzere Robert Koleji’nden yola çıkanların sahip oldukları tarih bilinci sayesinde elde etmişti. O güne kadar sahip oldukları onca silah ve cephane ise hiçbir işe yaramamıştı.
Yine unutmamak gerekir ki bugünkü İsrail’i kuran irade şu veya bu isme ait değildir. Yahudilerin sahip hep birlikte sahip oldukları tarih şuurudur. Kutsal topraklar, vaat edilmiş yerler ve benzeri tarihsel terminoloji ve ruhtur işin hakikati. Babil’in yıkılması ile dünyanın dört bir tarafına dağılmış Yahudi milletini sahip oldukları kapital değil, dinsel-tarihsel sorumluluk ve şuur bir araya getirmiştir her vakit.
Tarih bilgisinden ve bilincinden mahrum olan bir Türk çocuğu, fazla değil, çok yakın bir zamanda, doğru bilgisine sahip olmadığı atalarının “barbar” ve “katil” olduğunu yahut olabileceklerini büyük bir gaflet eseri olarak kabul edebilecektir. Neticede bir asrı aşan bir zamandır iddia şeklinde sürmekten öte geçemeyen “Ermenileri katlettiğimiz” meselesi de, zaten çatlak seslerin olduğu bir ortamda, tarih bilgi ve şuurundan mahrumiyetin neticesi şuursuzca kabullenilme tehlikesine daha açık bir hale gelecektir.
Tarih bilgisi fukarası bir nesil, başta Kıbrıs olmak üzere Ege’deki adalar konusunda Yunanistan’a hak verebilecektir. Yahut nüfusunun bir kısmının dünkü davranışlarında tezahür ettiği üzere, adadaki Türk askerini “işgalci” sayabilme cehaleti gösterebilecektir.
Türk Tarih Kurumu 1931’de tarih bilincini geliştirmek üzere kurulmuştur. Onu kuran irade ayrıca tarih ders kitapları da kaleme almıştır. Bu kitaplar içerikleri açısından tenkit edilebilirler ve hatta kabul edilemezlerle dolu oldukları dahi söylenebilir. Bu doğrudur. Ancak bir başka doğru ve bir başka daha önemli olan bir şey daha vardır. O da Mustafa Kemal’in kazandığı siyasi ve askeri başarıların gerisinde onun iyi bir tarih bilgisi ve idrakinde olduğu gerçeğidir. Tarihin gerekliliğine inanmış olmasıdır. Bütün mirasını, tarih bilgi ve bilincinin gelişmesi için Türk tarih Kurumu’na tahsis etmesidir. Çünkü o, Türk milletinin kökü mazide ati olduğunun farkındaydı. O, emperyalizm ve Batı’nın iç yüzü bilinmeden, kendi öz tarihimiz öğrenilmeden atılacak her adımın yetersiz kalacağının ve hatta hiçbir işe yaramayacağının gayet iyi farkındaydı. O Matematik kitabı da yazmıştı ama İslam tarihini de satır satır baştan aşağı okumayı ihmal etmemişti.
Bu ülkede neden onlarca televizyon kanalı varken, dağların, taşların ve hatta hayvanların bile hayatı insanlara anlatılırken, uyduruk belgeseller ve kılıcından kan damlayan diziler yayımlamak yerine Türkiye’yi, Ortadoğu’yu, Aya’yı ve dünyayı mazisi ve hali ile ele alıp anlatacak bir “TRT Tarih” veya özel bir TV kanalı yoktur bilemiyorum.
Tarih derslerinin seçmeli hale getirilmesi şuursuzluğun eseri değil de Türkiye’de şovenizmin yüksek dozajlı olmasından ileri geliyorsa bunun vebali halkın değildir ve çözümü de yeni bir kültür tahribatı ile olmaması gerekir. Köksüz ve öksüz bırakılarak iğdiş edilmiş bir tarih eğitimiyle yeni bir nesil ve yeni bir Türkiye inşa edilmek isteniyorsa, Anadolu’nun işgalden kurtulması için canını vermiş ancak henüz yerdeki kanı bile kurumamış onca şehidin hatırası ve destanı adına bu durumun da yüzüncü yılı etkinlikleri çerçevesinde herhalde kayda geçeceği unutulmamalıdır.
Şuursuz akıl zehirler, boğazlar, parçalar ve nihayet yok eder.
Değer, ruh, maneviyat, kıymet ve vefa ise muhafaza unsurlarıdır, besler ve büyütür.
15 Temmuz darbesini önleyen fennin icadı olan silahlar değildi. Fennin icat ettiği tankları durduran kökü mazideki atiydi. Bu vatanın korunması gereken bir namus ve gelecek nesillere devredilmesi icap eden bir emanet olduğu bilinci silahlara, tanklara ve uçaklara, insanların hayatları pahasına, göğüslerini germelerini gerektirmişti. Çünkü tarihten de biliyorlardı ki yedi düvelin gözü bu topraklar ve sakinleri üzerindeydi. Her birinde vatan ve millet bilinci vardı ve de canlıydı. Memleketin ve milletin mahremiyetinin haleldar edilmek istendiğinin herkes farkındaydı.
Seçmeli Tarih Dersi demek; mazisini bilmeyen, mevcudiyetini idrak edemeyen ve kızıl elması olmayan bir nesil yetiştirmek demektir. Böyle bir nesil emperyalistlerden başka bilmem ki kimin işine yarar!
Şimdi nedense Mustafa Kemal’in “Gençliğe Hitabesi” aklıma geldi birden.
Okuması ve tarihi kapsamı içerisinde anlaması bazıları için zor olabilir.
Ayrıca okumak için “Yarın” da geç.