Terör karşısında çelişkili tutumlar
Terörizm insanlığa karşı suçlar kategorisindedir. Terörizme karşı tüm devletlerin dayanışması ve ortak bir tutum benimsemesi ilke kararıdır. Bununla birlikte, kimin terörist olduğuna ve kimin olmadığına dair karar verecek bir ortak mekanizmanın bulunmaması bu ilkeleri havada bırakmaktadır.
Ülkelerden birinin terörist dediğine diğeri bir başka gözle bakmakta ve hatta alttan alta destek verebilmektedir. Suriye’deki gelişmeler artık bu alttan alta desteği iyice gün yüzüne çıkarmış; açıktan bir dayanışma ve hatta ittifak ilişkisi boyutuna kadar varan bir çizgiyi karşımızda belirginleştirmiştir.
Bu bir kafa karışıklığı mıdır? Neden böyle olmaktadır? Burada diplomasinin evrensel altın kuralları devreye girmektedir. Birincisi ülkeler arasında ebedi dostluk veya düşmanlık yoktur; çıkarlar vardır. Çıkarların çatışması durumunda ise asla kural yoktur. İkinci olarak, düşmanımın düşmanı benim dostumdur. Bu düşmanın mahiyeti hiç önemli değildir. Terörist olması veya olmaması düşmanımı ilgilendirir. Üçüncüsü, madem dost değilim, hatta düşmanım o zaman ilan edilmemiş bir örtük savaş devam ediyor demektir ve bu savaşta her türlü silah, enstrüman kullanılabilir. Dördüncüsü, dost veya düşman hiçbir ülkeyi rahat bırakma; rahat olursa yarın ilişkilerde senden daha etkin ve belirleyici olur… Bu ilkeleri/ilkesizlikleri daha da artırmak mümkündür.
Şimdi, çok insanımız olup bitenlere dair hayretler içinde kalıyor; terör örgütlerinin arkasında bulunan dost ve müttefik ülkeleri gördükçe büyük bir hayal kırıklığı ve panik yaşıyorlar. Bir kısım insanımız da ülkemizde otuz yılı aşkın süredir devam eden terör faaliyetlerinin hak taleplerine yaslandığını ve bunun makul çözüm yolları üretilmek suretiyle sönümleneceğini dahi düşünebiliyorlar.
Kuşku yok ki, ilk grupta yer alan insanlarımız büyük bir samimiyet ve sorumluluk içinde, diplomaside yine olmazsa olmaz olarak dile getirilen ahde vefa (akt/anlaşma/sözleşme) kuralını hatırlıyor ve neden böyle yapılıyor? sorusunu soruyorlar…
İkinci grupta yer alanların da, önemli bir kısmı son derece yerinde bir düşünce ile, çözüm yollarının olabileceğine ihtimal veriyor; silahlı, şiddetli eylemlerle bile olsa dile getirilen isteklere bir kulak kabartılmasının yerinde olacağını, en azından şiddetin sona ereceğini dile getiriyorlar. Bundan dolayıdır ki, Türkiye uzun yıllar bu yolu da denedi. Terörist örgütün kültürel, sosyal, siyasi haklar olarak ileri sürdüğü taleplerinin pek çoğunu ciddiye aldı; bunların siyasi uzantıları ile oturdu, görüştü ancak sonuç tam bir fiyasko oldu.
Bu durum başka türlü olabilir miydi? Olayların gelişimine baktığımız zaman görmekteyiz ki, başka türlü olmayacak; uzun yıllar yatırım yapılan, büyütülüp belli bir zararlı güç haline dönüştürülen bu yapının tasfiyesine gücün arkasındakilerce asla izin verilmeyecekti…
Nitekim gücün her ihtimale karşı yedeklendiğini, başka isim ve görünümler altında yine hedef Türkiye olacak şekilde büyütüldüğünü görmekteyiz.
PKK’yı terörist örgüt olarak gören müttefiklerimiz, onun Suriye örgütlenmesini - ki, PKK’de Suriye üzerinden örgütlenip büyümüş ve eylemlerinin önemli bir kısmını buradan gerçekleştirmişti- terörist olarak değerlendirmiyorlar. Onları DAİŞ terörist yapılanmasına karşı mücadele veren unsurlar olarak destekleyip uluslararası bir meşruiyet tanıyorlar. Bu yaklaşımlarını da çok açık ve net bir şekilde ve sıklıkla kamuoyu ile paylaşıyorlar.
Bu durum, NATO’nun en büyük silahlı gücüne sahip paydaşlarından Türkiye’ye karşı son derece hoyratça yapılıyor. Bu hal ise, uzun yıllara dayanan Türk Amerikan ilişkilerini ciddi anlamda yaralıyor. Bu kısmı ayrı bir yazı konusudur, ancak, terörizme karşı maalesef dünyada ortak bir yaklaşımın olmadığı ve hiç olmayacağı bu vesile ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Ülkelerin terörizme karşı mücadelelerinde asla dost veya düşman, müttefik veya karşıt hiçbir ülkeyi yanlarında göremeyecekleri hatta bir şekilde bunların içlerindeki terörist unsurların var olması ve büyümesi için destek verebileceklerini bilmeleri gerekmektedir.
Kısacası, terörizmi artık sadece, yalın olarak terörizm olarak değil; diplomasinin bir parçası olarak değerlendirilmek ve tanımlanmak durumundayız.
Öte yandan, her şart altında ülkemizin teröre ve terörizme karşı mücadelesini tavizsiz desteklemek, kaynağı içerden olmayan her türlü çözüm önerisi adı altında dile getirilen önerileri, baskıları ve hatta insan hakları vb. kılıflı söylemleri ise kuşkucu bir yaklaşımla ele almak zorundayız.
Ülkemizde sayıları üç milyonu aşan mülteciler konusunda kılları kıpırdamayan, bunların küçük bir kısmı bile ülkelerine girmesinler diye akla hayale gelmedik bariyerler üretenlerin insan hakları söylemleri acaba ne kadar gerçekçi olabilir?