TÜRK’Ü, TÜRKÇE’Yİ KALDIRMAK MİLLİ DEVLETİ ORTADAN KALDIRMAKTIR

Avrupa Birliği rüzgarının çok hızlı estiği 1990’ların sonu, 2000’lerin başında bu birliğin Türkiye Temsilciliği koltuğunda oturan Karen Fogg’u konuyla ilgilenenler hatırlar. Bir dönem epey tartışılan uygulamalara imza atmışlardı. Çok haşmetli “sol” sendikaları fonluyor, “gazetecilere” e-postalarla talimat yağdırıyor, devlete karşı STK’ları örgütlüyor ve özellikle de gençliği kendi milli kimliğinden nasıl uzaklaştırılır yönünde çalışmalar yapıyordu.

Fogg, dönemin AB Komisyonu üyesi Adrian van der Meer’e gönderdiği, 3 Aralık 2001 tarihli e-postada, AB ve ABD’nin «Türkiye’ye kendi tarihinin hakkından gelmede” yardımcı olamadığını yazıverdi. (Bkz. Doğu Perinçek, “Karen Fogg’un E-Postalları”, Kaynak Yayınları, Birinci Basım, 2005, s. 52)

Fogg, önlerindeki engeli söylemişti. “Türk tarihi”. Türk tarihi dediğin zaman içine Türkiye Cumhuriyeti devletini, o tarihe sahip çıkan Türk milletini vs. de ekleyin. Çünkü milletleri millet, devletleri devlet yapan en önemli unsurlarından biri ortak dil ise diğeri de tarihtir. Yani Türk tarihinin ve dilinin ortadan kaldırılması, bir anlamda milli kimliğimizi, milli devletimizi ortadan kaldırma hedefine ilerlerken çok önemli iki aşamaydı.

Yine Karen Fogg’un bir başka açıklamasına bakalım. Fogg, 24 Haziran 1999 tarihinde TÜSEV tarafından düzenlenen “Sivil Toplumun Avrupa’ya Entegrasyonda Rolü” konulu toplantıda gençliğin Sivil Toplum Örgütlenmeleri üzerinden milli bilincinin ortadan kaldırılması hedefini net söylemekteydi: “(…) Avrupa vatandaşları, kendi milli kafa yapıları ötesinde yeni kimlikler ve sadakatler benimseyecek ve Avrupalı gibi düşünmeyi ve anlamayı öğrenecekler.” (Perinçek, age., s. 23)

Hedef buydu: Milli düşünmeyecektik.

TÜRKİYE 2007’DE PARÇALANIR DEDİ, KENDİSİ 2007’DE ÖLDÜ

Milli, yani Türk milletinin çıkarı için düşünce üretmeyince, bölünmeye sessiz kalacak, hatta sözde demokrasi adına destek verecektik. Batılılar bu konuda planlamalarını yapmışlardı. 1994 yılı Kasım ayından 1995 yılı Haziran’ına kadar bizim bildiğimiz adıyla Çekiç Güç, orijinal adıyla Operation Provide Comfort-Huzur Harekatı kapsamında Irak’ın kuzeyinde Türk Eş Komutan olarak görev yapan Emekli Kurmay Albay Nazmi Çora’nın bir anısı bunu gösteriyor. Çora, Çekiç Güç görevindeyken Zaho’daki Koordinasyon merkezine gelen ABD’nin tüm kuvvetlerdeki özel operasyonların başında bulunan Özel Harekat Komutanlığı Başkomutanı Orgeneral Wayne Allan Downing ile biraz gergin bir konuşma yapar. Çora, Downing’e şunu sorar: “Türkiye ile ABD senelerdir müttefik ülkeler. Buna rağmen Kürdistan’ı kurmaya çalışıyorsunuz. Türk halkının tepkisi ile dostluğunuzun bozulacağından korkmuyor musunuz?”

Downing şu yanıtı verir: “Merak etme biz her şeyi planladık. 2007 senesinde Kürdistan kurulduğunda önce Türkiye tanıyacak.” (A. Nazmi Çora, “Tarihimizdeki Kara Leke Çekiç Güç”, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1. Basım, Kasım 2007, s. 41-42)

2007 yılının üzerinden 16 yıl geçti. Bu kukla devlet ile ilgili önemli girişimler olmasına rağmen bir türlü kuramadılar.

İlginç bir detay, 2007 yılında Türkiye’yi de parçalayacak bir kukla devlet kurulacağını hesaplayan ABD’li Orgeneral Downing, 2007 yılının Temmuz ayında öldü. İlahi adalet midirz bilinmez tabii. Downing o sırada dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un terörle mücadelede kıdemli danışmanlığını yapıyordu.

Velhasıl, “biz her şeyi planladık” derken, Türk milletinin ve devletinin direncini kırma çalışmalarını söylemekteydi. Bunun ilk aşaması, bizim Türk olduğumuzu unutmamızdı.

Şimdilerde 6+1 masasının aktörlerinin Anayasa’dan Türk’ü kaldırma, Türkçe’yi de etkisizleştirme girişimlerinin perde arkasında bu hedef yatmaktadır.

Biraz kitabın ortasından konuştuk ama açıkça hedef bu şekilde.

Gelelim kitabın başına…

ABD, Soğuk Savaş’ta galip gelince tek Süper Güç olarak dünyamızı yeniden dizayn etmeye girişti. Avrupa’yı, Sovyet tehdidi üzerinden NATO eliyle kendisine bağlamıştı. Avrupa’da kendi kontrolündeki bir Avrupa Birliği ile beraber Batı kutbunu oluşturdular ve yeni hedefe doğru ilerlemeye başladılar. Küreselleşme adı altında yürütülen politikada başta coğrafyamız olmak üzere dünyada sınırların Atlantik-Avrupa kutbunun siyasi, ekonomik, askeri çıkarları çerçevesinde değiştirilmesi, sömürgeleştirilmesi vs. vardı. Kendilerinin besledikleri, geliştirdikleri terör gerekçesiyle işgaller, saldırılar, iç karışıklıklar süreci böyle başladı. Yugoslavya’nın parçalanmasından, Afganistan-Irak işgallerine süreci böyle okumak lazım. İlk aşamada direnci daha zayıf ülkeler hedef alınmıştı. Benzer şekilde Arap Baharı adı altında bölgemizdeki ülkeler de karıştırıldı. Aynı anda Türkiye ile birlikte (yönetimlerini beğenelim beğenmeyelim) İran, Rusya, Çin gibi ülkelerin direncini kıracak gelişmeler de tetiklendi. Örneğin terör beslendi, muhalefet adı altında fonlarla NGO’laştırılmış (özünde ajanlaştırılmış) STK’lar oluşturuldu. Karen Fogg’un aktardığımız cümlesi böyle bir dönemde söylenmişti. Türkiye’nin hakkından gelinmesi için önce milletin psikolojik direncini kırmak gerekiyordu. Bunun aşamaları da şu şekilde gerçekleşti:

ABD ADANA KONSOLOSLUĞUNUN AYRIŞTIRMA FAALİYETLERİ

- Önce milletimizin zenginlikleri olan toplulukların, halkların ayrıştırılması süreci başlatıldı. Yüzde 90-95 özellikleri, kültürü, hassasiyetleri aynı olan Türk milletinin zenginliklerinin yüzde 5-10 farklı yönleri öne çıkarılmak istendi. 1990’larda yapılan bu politikaya en çarpıcı örnek 2005 yılında yaşandı. Dönemin teröristbaşının Avukatı da olan DEHAP Batman İl Başkanı Mehdi Öztüzün, 6 Şubat 2005 tarihinde Batman Atatürk Parkı’nda bir basın açıklaması yaptı. Bu açıklamada Amerikalı yetkililerin kendilerine gelip “ayrılıklarınızı öne çıkarın” dediğini açıkladı. Sonrasında Öztüzün’ün başına gelmedik kalmadı. Önce ABD Adana Konsolosluğu’ndan bizzat Konsolos Walter Scott Reid tarafından aranarak tehdit edildi. Sonrasında kendi partisi dışladı, il başkanlığından oldu. Hatta avukat olması hasebiyle aday olduğu baro başkanlığı seçiminde bile o dönem HADEP olan partinin baskısıyla seçimi kazanamadı. HADEP, Amerikalılardan talimat almış ve Öztüzün’ü aforoz etmişti. Çünkü ana hatlarıyla bilinen bölünme planını afişe etmişti. Teröristbaşının avukatı olması bile onu kurtaramamıştı. Özetle bölünmenin önemli bir aşaması, Türk milletini oluşturan zenginliklerin farklılıklarını öne çıkarılarak ayrıştırmaktı.

TÜRK DEMEYİ SUÇ SAYAN AZINLIK

- Ardından Türk milleti ifadesini kaldırmaya yönelik psikolojik harekat başladı. Sözde gazeteci, kanaat önderi, siyasetçi, STK vs. üzerinden Türkiyelilik gibi bir kavram ortaya attılar. Onlara göre “Türk milleti demek, kapsayıcı değilmiş, zenginliklerimizi reddediyormuş, ırkçı bir tanımmış vs.” Sayıca az olmalarına rağmen bulundukları pozisyonlar itibariyle etki alanları geniş olan bu kesimin söylemleri, millete adım adım zerkedildi. Tuttu mu? Elbette tutmadı. Ama yine de bu söylemle devam ettiler. “Türk” demenin neredeyse ırkçılık, faşistlik olduğu algısı oluşturulmaya çalışıldı. Barındırdığı tüm zenginlikleriyle büyük bir çatı olan Türk milleti tanımının kapsayıcılığının altını boşaltmaya çalıştılar. Oysa Türk ve Türk milleti tanımı antropolojik anlamda bir tanım değildi. Ağırlıklı olarak siyasi, kültürel, sosyolojik bir bütünlüğün adıydı. Binlerce yıl önce Sibirya taygalarından çıkıp üç kıtaya yayılan etkili bir toplumun, gittiği coğrafyalarda da bazı zenginlikleri bünyesine katarak oluşturduğu çok güçlü bir kimliğin adıydı. Bu nedenle bir halkın etnik kökeninin Kürt, Laz, Çerkes olması, onun Türk milleti çatısı altında bulunmasının önünde engel değildi. Ama dedik ya, hedef milli devletti. Milli devleti yıkmak istiyorsanız, önce milleti millet olmaktan çıkaracaksınız. Onun adına, değerlerine, birliğine saldıracaksınız ki, sonrasında devleti hedef aldığınızda o devleti savunacak millet ortada kalmasın. Hatta birbiriyle atomlarına varana dek ayrışsın. Aynen Irak ve Suriyelilerin yaşadığı durum gibi… İşte Türk milleti söylemi yerine Türkiyelilik, Türk vatandaşı yerine Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı, Türk edebiyatı yerine Türkçe edebiyat gibi söylemlerin perde arkasında bu plan yatmaktadır.

Özetle, Türk milletini/vatandaşlığını, Türkçe’yi ortadan kaldırma, etkisizleştirme söylemi, masumane söylemler, vaatler değildir. Küreselleşme adı altında milli devletleri yıkma projesinin vaatleridir.

***

DAVUTOĞLU KİMİ TEHDİT ETTİ?

Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun muhalefetin (henüz kimsenin bilmediği) Cumhurbaşkanı adayının kazanması durumunda yaşanacaklara yönelik söylemleri, bu masa kurulduğundan bu yana söylediklerimizi adeta teyit etti.

Katıldığımız programlarda insanlara “gözlerinizi kapatın ve bu masanın bu haliyle Türkiye’yi yönettiğini hayal edin” diye simülasyon yaptırıyordum. İşin sonunda da Türkiye için hiç de hayırlı şeyler ortaya çıkmıyordu. İsteyen deneyebilir.

İşte Ahmet Davutoğlu, bu masanın Türkiye’ye vaadini çok net bir ifadeyle ortaya koydu: Kriz.

Peki bu kriz tehdidi, seçtirmeyi düşündükleri hayali Cumhurbaşkanı’na mıydı? Kesinlikle hayır. Ben bu söylemin 6’lı masadaki diğer 5 Genel Başkanı yönelik bir tehdit olduğunu düşünüyorum. Siyaset okumama göre açıklamaların anlamı da şu: “Bu tür söylemler bize seçim kaybettirir. Bunun farkındayım. Ama siz bana masada istediklerimi vermezseniz, kaybettirirseniz, ben de size sandıkta kaybettiririm.”

Yakında masadaki diğer 5 genel başkandan “Recep Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu’nu görevden almakta sonuna kadar haklıymış” diye yakın çevrelerine yapılmış açıklamalar gelirse kimse şaşırmasın.

Diğer Yazıları