Ünlü iş insanı Osman Nuri Vatan hayatını kaybetti!
Vatan Bilgisayar Yönetim Kurulu Başkanı Osman Nuri Vatan, 90 yaşında hayatını kaybetti.
Vatan Bilgisayar Yönetim Kurulu Başkanı Osman Nuri Vatan, 90 yaşında hayatını kaybetti.
Ünlü iş insanı Vatan, İstanbul Zincirlikuyu Mezarlıkiçi Camisi’nde kılınacak cenaze namazından sonra aynı yerdeki aile mezarlığına defnedilecek.
Osman Nuri Vatan, bir röportajda yaşam öyküsünü anlatmıştı:
“İkinci Dünya Harbi’nde Türkiye yoksulluk içinde kıvranıyor. Dünyadan haber bile alınamıyor. O yıllarda devlet Ardahan Halkevi’ne bir radyo gönderdi. Radyo bir iki ay çalıştı, sonra sustu. Radyoyu bilen yok. Halkevi o radyoyu bozuk haliyle sattı. Babam o radyoyu satın aldı. Babam İstanbul’a yılda bir iki kez mal almaya gelirdi. O radyoyu tamir ettirdi. Getirip eve kurdu. Akşamları haberleri dinliyoruz. Bizim ev bir nevi kulüp oldu. Akşamları kaymakam bizde, hakimler savcılar bizde. Çünkü memlekette tek bir radyo var. Radyolar çok zayıf çekiyor. İstanbul Radyosu çekmiyor. Ankara Radyosu da akşam 8.’den sonra dinlenebiliyor. İki tane güçlü radyo var. Biri Moskova Radyosu, diğeri Kahire Radyosu. Fransızlar kurmuştu o radyoyu, çok güçlü yayını vardı. Fakat işin kötü bir tarafı vardı. Biri Rusça öteki Arapça yayın yapıyordu. Rizeli bir Osman amca vardı. Çilingirlik yapıyordu. Rusya’da kalmıştı bir süre. Akşamları geliyor, Moskova Radyosunu dinleyip bize tercüme ediyordu. Bir gün Amerika’nın Japonya’ya atom bombası attığı haberi duyulunca aynen şöyle dedi. ‘Ben biliyordum onu ya. Akşam rüzgar bu taraftan farklı bir şekilde esiyordu’ dedi.
1948-1949’dan sonra Türkiye’ye radyolar yavaş yavaş gelmeye başladı. Biz bir radyo bayiliği aldık. Radyo satışları olmaya başladı. Ama biri arıza yapınca, bir ayda gitmez, bir ayda gelmez durumdaydı. 1949’da babama, ‘Baba ben bu yıl İstanbul’a gideceğim. Orada kalıp bu radyo tamirciliğini öğreneceğim. Başka çaremiz yok’ dedim. Grunberglerin eski sahibi var, Leon. Hala sağ. Bir de … Var. İkisi ithal ediyor. Bunlara başvurdum. Rızapaşa Yokuşu’nda bir han var. Yeni yapılmış. Oradalar. ‘Biz bayiniziz, ben bu işi öğreneceğim’ dedim. ‘Olmaz. Biz atölyenin içine Türk sokmayız’ dediler. Halbuki biz bu insanların mallarını satıyoruz. Yok bir türlü yanaşmıyorlar. Benim dayılarımdan birisi Sultanhamam’da büyük bir tüccardı. İstanbul Ticaret Odası’nın da yönetiminde idi. Dayıma anlattım. O da Leon Grunbarg’e telefon açtı, çıkıştı. Bir şekilde böylece başlamış oldum. Bir kış burada tamirciliğin bütün tekniklerini öğrendim. Benim dönüşüm ile birlikte bizim satışlarımız katlanmaya başladı. İnsanlar artık korkmadan almaya başlamıştı.
Tabii esas değişim ve sıçrama 1950’de ekonominin gelişmesiyle birlikte yaşanmaya başladı. Artık memleketin zenginlerinin yanı sıra memurlar da almaya başlamıştı. Yalnız mal yoktu. İnsanlar almak istiyor ama mal temini kolay değildi. ‘Size bu ay 5 tane veririz’ diye kontenjan tanıyorlardı. Sonra Türkiye’ye Philips geledi. Aynı firmaya iki marka vermeleri mümkün değildi. Ben de Philips’i kendi adıma aldım. 1950’de yürürlüğe giren 5421 Sayılı Gelir Vergisi Kanununa göre ilk mükelleflerden oldum. Bir taraftan da manifatura işi devam ediyordu. 1940’lı yıllarda Sümerbank bayiliğimiz vardı. Bir cenazesi olan Kaymakamlığa gider ve bir yazı ile gelerek bizden kefenlik bezini alabilirdi. Ya da doğum olayı varsa, aynı yöntemle bize yazı getirirler ve ona 8-9 metrelik kaput bezi verirdik.
Bunları başka türlü satamıyoruz. Devlete bezleri nereye sattığına dair hesap vermek zorundasın. Bir de tahsisli mallar vardı. Devlet Hindistan’dan mensucat ithal etti. Bunun tahsisleri de aynı şekilde yapılıyordu. Köylere bilgi salındı. Nüfus başına 2 metre bez alınabilecekti. Muhtar elinde liste ile geliyordu. ‘Ahmet Ağa’nın 8 nüfusu var’ diyor ve bunların nüfus cüzdanlarını da gösteriyordu. Yalnız bunlar değil, ekmek kıtlığı da vardı. Buhran her yerde yok ama, kanun her yerde var. Diyelim ki biz Ardahan’dayız. Ardahan’da ekmek sıkıntısı yok. Oranın arpası, buğdayı oraya yetiyor. Ama devlet gıda naklini yasaklıyordu. Köylü ekmeğini yanına alıp şehre gelemiyordu. Yanında getirdiği ekmeği, şehrin girişindeki pınarın başında oturup yiyor ve çarşıya öyle girebiliyordu. Çünkü ekmek nakli yasaktı. Kişi başı günde 200 gram vesika ile ekmek alabiliyorsun. 5 kişilik nüfusunuz varsa günde 1 kg. ekmek veriyorlar size.
Bir gün harp senelerinde babam İstanbul’a geliyordu. Beni de aldı getirdi. Ekmek taşımak yasak olduğu için annem bavula yöresel kurabiye gibi şeyler yapıp koymuştu. Bunlar ekmek yerine konulmuyordu. Ondan dolayı da göz yumuluyordu. İstanbul’a geldik. Ebussuud’da babamla bir otelde kalıyoruz. Babam Sultanhamam’a mal almaya falan çıkıyor. Bir gün babamla bavuldan bir peksimet aldık. Hocapaşa’da bir lokanta vardı. Orada bir çorba içtik. Bize Ardahan’da verilen vesika İstanbul’da geçerli değil. Getirdiğimiz peksimetle yemeğimizi yedik. Çıktık gidiyorduk. Epeyce de uzaklaşmıştık. Bir baktık arkamızdan bir adam koşuyor. “Küçük bey ekmeğinizi unuttunuz, Küçük bey ekmeğinizi unuttunuz” diyerek getirdi bana verdi. Ne günlerden geliyoruz.
Ben 1960’da ihtilalden sonra İstanbul’a gelmeye karar verdim. Tabii burada yukarıda anlattığım gibi bir irtibatımız vardı. Ekonominin ihtilalle birlikte kazığı koptu. Bizim o zaman kamyonlarımız da vardı. Nakliye işi de yapıyorduk. Enflasyon da azmıştı. Ben 1951’de 10 bin 500 Liraya aldığım bir Dodge kamyonu, 5 sene sonra kullanılmış halde 115 bin liraya sattım. İstanbul’a geldiğimde ne yapmam gerektiği üzerinde biraz kafa yordum. Araba işinden de anladığım için bir dükkan tuttum ve yedek parçacılığa başladım. 1961’de de babamın mağazasını İstanbul’a taşıdık. Ben senelerce yedek parça ithalatı yaptım. Anadolu’nun hemen hemen her yerinde müşterilerimiz vardı. Uzun yıllar bu ticaretimiz devam etti. 1983’te bu işlerimizle ilgili Amerika’da idim. Bir doktor arkadaşım, ‘Seni birisiyle tanıştıracağım’ dedi ve aldı bir yere götürdü. Evet. Türk idi. Gittik. O da doktordu. Önünde bir bilgisayar vardı. Bilgisayar dedimse böyle masa üstü bilgisayar değildi elbette. Oda gibi bir şeydi. Türkiye’de İş Bankası ve Koç gibi bir iki şirkette vardı. IBM onu satmazdı, kiraya verirdi. IBM her yerde tek tabanca idi. Masaüstü bilgisayarlar çıkıncaya kadar şahıslar bu bilgisayarları alamamıştı. Biraz da macera olsun diye bu bilgisayarlardan bir tane aldım. Sanıyorum 20 bin dolar falan ödedim. İstanbul’a döndüğümde dükkana getirdim. Gelenlerin bir kısmı, Yahu siz bilgisayar alacak firma mısınız?” falan gibi laflar da ediyorlardı.