Yıldıray Oğur, unutanlara o karanlık günleri hatırlattı
AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin'in, TBMM Genel Kurulu'nda yaptığı, "Bu ülkede AK Parti gelene kadar 'kadın' kelimesinin adı yoktu" açıklaması günlerdir tartışılıyor.
Muhalefet tarafından sert eleştiriler getirilen ve zaman zaman maksadından çıkarılan bu sözlere Özlem Zengin yeni bir açıklama getirdi.
Zengin, konuyla ilgili tartışmalara son vermek amacıyla, "Türkiye'de kadınların yüzde 70’i de yoktu, hiçbir mesleği olamıyordu, üniversiteye gidemiyordu, milletvekili bile olamıyordu. Önemli bazı isimlerin eşi bile olamıyordunuz. Şimdi böyle baktığınız zaman inanılmaz bir mağduriyet vardı. Kim geçirdi bu mağduriyetleri, AK Parti iktidarı geçirdi" ifadelerini kullandı.
Karar Gazetesi yazarı Yıldıray Oğur ise köşesinde bu iki açıklamayı da tüm boyutları ile ele masaya yatıran bir makale kaleme aldı.
Yazısında dikkat çeken ifadeler kullanan Oğur, AK Parti'li Zengin'e, "Evet, Türkiye’de başörtülü bir kadının “Önemli bazı isimlerin eşi bile olmasına” izin verilmedi. Bunun söylenmesi değil, bizzat yapılmış olmasıdır esas ayıplanması gereken, kadınları aşağılayan." sözleriyle destek verdi.
Okurlarını yakın tarihte kısa bir yolculuğa çıkaran Yıldıray Oğur, "Özlem Zengin haklı, bu ülkede televizyonda başörtülü kadın görmenin bile tepkilere neden olabildiği günler yaşandı. Öyle televizyonun siyah beyaz günlerinde değil, 10-12 yıl önceki Türkiye’de." diyerek, o kara sayfalardan örnekler verdi.
İşte o köşe yazısı;
- O kadar haklılıktan bu kadar haksızlığa...
AK Parti Grup başkanvekili Özlem Zengin, Meclis’te kadın cinayetleriyle ilgili yaptığı bir konuşmada “AK Parti gelene kadar kadın kelimesinin adı yoktu Türkiye’de” dedi ve sosyal medyada eleştirilere hedef oldu.
Zengin, bu cümleyle aslında neyi kastettiğini şöyle açıklamaya çalıştı:
“Evet kadın vardı, zaten bunlar yoktu demiyoruz. Benim söylemek istediğim şey elbette bu değildi. Bunlar vardı; ama Türkiye'de kadınların yüzde 70’i de yoktu, hiçbir mesleği olamıyordu, üniversiteye gidemiyordu, milletvekili bile olamıyordu. Önemli bazı isimlerin eşi bile olamıyordunuz. TRT’de izleyici konuk bile olamıyordunuz. Alkışlamak için bile TRT'nin dekorunda oturamıyordunuz. Peki bu gördüğümüz Türkiye tablosu muydu? Hayır değildi.”
Bu kez de “Önemli bazı isimlerin eşi bile olamıyordunuz” cümlesiyle kadını değersizleştirdiği, birinin eşliğine indirgediği gibi eleştiriler aldı.
Halbuki normal bir hafıza sahip herkesin hatırlayacağı gibi yukarıdaki paragrafın her kelimesi doğruydu ve bütün bunlar bu ülkede yaşanmıştı.
Hem de öyle 50 yıl önce, siyah beyaz fotoğraflarda değil, Google’da tarama yaptığınızda gazetelerin internet sitelerinde okuyabileceğiniz kadar yakın zamanlarda.
Evet, Türkiye’de başörtülü bir kadının “Önemli bazı isimlerin eşi bile olmasına” izin verilmedi.
Bunun söylenmesi değil, bizzat yapılmış olmasıdır esas ayıplanması gereken, kadınları aşağılayan.
Gençler belki hatırlamayabilir.
Ama sırf “türbanlı first lady”ye karşı bundan 13 yıl önce düzenlenen Cumhuriyet Mitingleri’nde meydanları dolduran milyonlarca insan herhalde unutmamıştır.
Hala hatırlamayanlar için Google’a girip “türbanlı first lady” ya da “türbanlı eş” yazalım ve 2007 Cumhurbaşkanlığı krizi günlerinden önümüze çıkan bir kaç haberi okumaya başlayalım:
“Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adaylığına ve Köşk’te ilk defa türbanlı bir ’First Lady’ olma ihtimaline Kadın Sivil Toplum örgütlerinden tepki geldi.Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Cumhuriyet Kadınları Derneği, 14 Nisan’daki Cumhuriyet Mitingi’nin devamı olacak 29 Nisan Mitingi’nin Gül’e yönelik olacağını ve Çankaya’nın laik kalması için ellerinden geleni yapacaklarını söylediler. Gül’ün laik cumhuriyetten intikam almak için aday gösterildiğini savunan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Türkan Saylan, Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Başbakan’ın eşlerinin türbanlı olmasının çok dikkat çekici olduğunu belirterek, şunları söyledi: "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ülkesini şikayet etmiş bir kişinin, cumhurbaşkanı eşi olarak Köşk’e çıkması çağdaş Türkiye’nin insanlarının onaylayamayacağı bir girişim. Türbana tamamen karşı değiliz, yasalara uyuluyorsa herkes takabilir. Ancak siyasi simge olması gereksiz. Bizim seçmediğimiz bir ailenin Çankaya’ya çıkması, laik Türkiye’ye aykırı ve bu zorla yapılıyor” (Hürriyet-2007)
“Şimdi ise “ille de Abdullah Gül” kararı ile muhtemelen kendi kendilerini çelmelemekteler. Göreceğiz. AB cephesinde bu kararı sevinç çığlıkları ile kutlayanlar ya da Türkiye’nin geleceği açısından kaygı duyanların yorumlarını izlemekteyiz. “Türbanlı bir eşin olması ya da din ağırlıklı bir politikanın temsilcisi olmak” hiç bir şekilde Cumhurbaşkanı olmaya engel değildir” diyenler acaba kendi ülkelerinde aynı soruyu nasıl cevaplandırırlardı çok merak ediyorum.” (Birgün-2007)
Bu haber de, Özlem Zengin’e sosyal medyadan cevap verirken yıllar önce “Özlem Zengin gibi birini” nasıl “morarttığını” anlatan emekli komutana gelsin:
“Türbanlı olduğu için "Asker nasıl kapı açacak?" sorularına neden olan First Lady adayının imdadına Cumhurbaşkanlığı Protokol Yönetmeliği yetişti. Protokole göre Cumhurbaşkanına bir subay yaver olarak hizmet ederken First Lady’ye yaver verilmiyor. First Lady’ye Cumhurbaşkanlığı Koruma Müdürlüğü’nce tahsis edilen koruma memuru eşlik ediyor.” (2007- Hürriyet)
Başörtülü kadınların sadece Cumhurbaşkanı eşi olmasına değil, mesela Merkez Bankası başkanı eşi olmasına da izin verilmiyordu. 2006 yılında Merkez Bankası başkanı ataması bu yüzden krize dönmüş, günlerce adayların eşlerinin başörtüsü konuşulmuştu.
Dünyada bir Merkez Bankası başkanı atamasında asla yaşanmış olamayacak bu çılgınca tartışmayı hatırlamayanlara yine Google’dan bir kaç haber:
"İşte Türkiye'nin merak ettiği eş. Merkez Bankası Başkanvekili Başçı'nın kararnamesi Köşk'te. Ancak Başçı'nın niteliklerinden çok eşinin türbanı tartışılıyor. Merkez Bankası Başkanvekilliği görevine getirilen ve Devlet Bakanı Ali Babacan'ın Cumhurbaşkanı'na bıraktığı kararnamede ismi olan Erdem Başçı'nın eşi Sıdıka Başçı'nın evlendikten sonra başını kapattığı öğrenildi.” (2006- Sabah)
“Adnan Büyükdeniz'in veto edilmesinin arkasında Eşinin türbanlı olması ve Albaraka Türk gibi faizsiz bankacılık yapan bir kuruluştan gelmesi muhtemel nedenlerin en güçlüleri olarak gösteriliyor. Hükümet bu kez Sezer'in onaylayacağı isim arayışında daha titiz olacak. Yani kararnamesi Köşk'e gönderilecek adayın kesinlikle 'türban sınavı'nı geçmiş olması şart. Halen vekil başkanlık yapan Erdem Başçı'nın bu sınavı geçmesi pek mümkün değil. Çünkü eşi türbanlı. O zaman geriye Sezer'in daha önce Hazine Müsteşarlığı'na atanmasına onay verdiği Halil İbrahim Çanakçı ile önce Sermaye Piyasası Kurulu üyeliğine, sonra da TMSF Başkanlığı'na atanmasına onay verdiği Ahmet Ertürk var. Ancak Çanakçı, Ertürk'e göre biraz daha avantajlı. Çünkü eşi türbanlı değil. TMSF Başkanı Ertürk ise eşinin türbanlı olmasına rağmen başarılı çalışmaları nedeniyle Sezer tarafından bilinen bir isim.” (2006-Radikal)
“Ne zaman 'kapandı' Sıdıka Başçı? Erdem Başçı'nın bir rivayete göre Babacan'ın danışmanlığına getirilmesinden sonra, bir iddiaya göre ise Merkez Bankası Başkan Yardımcılığı'na atanmasının arefesinde."(!) Böyle oldu çünkü, Sıdıka Başçı'nın "kapanması", "oportünist", "pragmatik" ve "kariyerist" gibi samimiyet içermeyen seçimlerin toplamanın bir sonucudur. "Sıdıka Başçı'nın neredeyse 40'nda örtünmesi tüm bu kavramlara uyuyor. Özellikle de sonuncusuna." (2006- Sabah)
“Merkez Bankası Başkanı’nın eşi Duriye Yılmaz’ın dünkü Akşam Gazetesi’nde yayınlanan fotoğrafını uzun uzun seyrettim. Artık "bir cemaate aidiyeti ifade ettiğine" hiçbirimizin şüphesi kalmadığı bir şekilde bağlanmış bir baş. Düz ayakkabılar. Sıradan bir duruş. Kadınlık farkı neredeyse sadece türbana indirgenmiş bile diyebilirsiniz. En tanıdık ama en çarpıcı unsurlar, kapıdaki ayakkabılar. Üçü de erkeklere ait. Üçü de çamurlu. "Acaba bu evin kadınları hiç mi dışarı çıkmaz" diye sordurtan bir görüntü.” (2006-Hürriyet)
Özlem Zengin haklı, bu ülkede televizyonda başörtülü kadın görmenin bile tepkilere neden olabildiği günler yaşandı. Öyle televizyonun siyah beyaz günlerinde değil, 10-12 yıl önceki Türkiye’de. Yine kısa bir taramada ilk karşımıza çıkanlar:
“TRT’de Cuma geceleri yayınlanan Enine Boyuna adlı tartışma programının konukları arasında ilk kez bir türbanlı sosyolog-yazar yer aldı. TRT’nin canlı yayınlanan programı boyunca telefonları, tepki nedeniyle kilitlendi." (2008- Cumhuriyet)
“Gazeteci yazar Nezihe Araz'ın dünkü cenaze töreninde görev yapan türbanlı TRT muhabiri dikkat çekti. TRT yetkilileri ise kurumlarında türbanlı bir çalışan bulunmadığını, yasal olarak türbanlı birinin kurumlarında çalışamayacağını ifade etti.” (2008- Milliyet)
“Popstar Alaturka’nın Cuma gecesi yayınlanan bölümünde gergin dakikalar yaşandı. Başörtülü yarışmacı Çiğdem Özdemir şarkısını okuduktan sonra jüri üyesi Gülben Ergen, “ Burası Arabistan değil, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti. Türkiye, Arabistan olmadı, olmayacak da” dedi. Gülben Ergen’in alkış alan ateşli konuşmalarını Bülent Ersoy kesti. Ersoy, “Bu hadisenin demogojik hale getirilmesine karşıyım. Çiğdem’in üzerinden böyle tartışmalar yapmak son derece yanlış ve tehlikeli. Gülben Hanım’ın söylediklerine şiddetle karşı çıkıyorum. Zaten hepimiz Atatürk’ün çocuklarıyız” dedi.” ( Hürriyet-2009)
Herhalde bu kadarı yeterli. Hafızalar biraz tazelenmiştir.
Görüldüğü gibi öyle köleliği meşrulaştıran sahneleri yüzünden geçen ay HBO’nun arşivinden çıkardığı Rüzgar Gibi Geçti gibi 70 yıl önce çekilmiş bir filmden, ırkçı görüşleri nedeniyle Princeton Üniversitesi’ndeki binadan adı kaldırılan Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki ABD Başkanı Woodrow Wilson’dan bahsetmiyoruz.
Henüz taze, hala etkileri süren, hayatın pek çok alanında devam eden, yerli ve milli bir ayrımcılık hakkında konuşuyoruz.
O yüzden her hatırlatıldığında “yetti artık mağduriyet edebiyatınız” deme hakkınız yok. Daha yıllarca anlatılacak, belgeselleri çekilecek, hatırlatılacak, hala sürdüğü alanlarda mücadeleler devam edecek.
Eğer bunun bugün hala siyaseten kullanılmasından rahatsız olanlar varsa, onlara düşen de bu ayrımcılığı reddetmek, küçümsemek değil, tam aksine bu meselenin tarihiyle ve bugünüyle yüzleşmek, “ne büyük bir yanlışmış” diye hayıflanmak, empati kurmaya çalışmak, başörtülü kadınların hala pek çok sektörde görünür olamamasını, ayrımcılığa uğramasını dert etmek, buna karşı mücadele etmek olmalı.
Seküler kesim bunları yapmaktan imtina ettikçe, bir de üstüne “yetti artık mağduriyet edebiyatınız” diye üste çıkmaya çalıştıkça, tabii ki muhafazakar kitleyi her türlü eleştirisini bir kenara bırakarak yekvücut haline getiren başörtüsü ayrımcılığı travması da iktidar tarafından siyaseten kullanılmaya devam edilecektir.
Nitekim Özlem Zengin’e verilen sert tepkiler üzerine de böyle oldu, AK Partili siyasetçiler olan biteni inkar edenlere, küçümseyenlere yaşananları hatırlattılar.
Peki, başörtüsü ayrımcılığı defterleri açılınca bugün artık karşımıza sadece muhalifler mi çıkar?
Yukarıda Google’dan bulduğumuz arşiv haberlere sırasıyla biraz daha yakından bakalım.
Başörtülü kadınların “önemli bazı isimlerin eşi bile olmaması” için 2007’de yapılan Cumhuriyet Mitingleri’nde Atatürkçü Düşünce Derneği adına konuşma yapmış bir profesörü, bugün Cumhurbaşkanı tarafından atandığı üniversitenin rektörü olarak her akşam televizyonlarda iktidarı hararetle savunurken, hatta 13 yıl önce eşi başörtülü diye Cumhurbaşkanı seçilmesine karşı çıktığı Gül’ün “davaya” ihaneti üzerine konuşurken görebilirsiniz.
Yine o günlerde Birgün gazetesinde o yazıyı yazarak, “eşinin türbanlı olması bir kişinin cumhurbaşkanı seçilmesine engel olmamalı” diyen Avrupalıları saflıkla suçlayan kişi de bugün Türkiye’nin Viyana Büyükelçisi.
Merkez Bankası başkan adaylarının eşlerinin başörtüsüne kafayı takmış o günkü Sabah’ın başyazarı, bugün herkesi başörtüsü düşmanlığıyla suçlayan Sabah’ın genel yayın yönetmeni.
O günlerde Merkez Bankası başkan adaylarının eşlerinin ne zaman kapandığıyla ilgili analizler yazan aynı gazetenin ekonomi yazarı ise, bugün o gazetenin Ankara temsilcisi ve gün aşırı Erdem Başçı, Ali Babacan’ın ne kadar başarısız oldukları üzerine analizler yazıyor.
Merkez Bankası başkanı Durmuş Yılmaz’ın eşi için o yazıyı yazmış köşe yazarının hala tutunabildiği iktidara yakın medyada, başörtüsüne özgürlük insan zincirine destek verdiği için DGM’de yargılanmış Ahmet Taşgetiren, yıllarca başörtüsü yasağına karşı yazılar yazmış Gülay Göktürk, Ali Bayramoğlu, Kürşat Bumin gibi isimler eleştirileri nedeniyle yazdırılmadı.
Artık herkes ve her şey birbirine o kadar karışmış halde ki.
Örneğin başörtüsü ayrımcılığının sembolü olmuş Medine Bircan vakasında, ağır kanser hastası yaşlı kadına, evine yakın bir sağlık kuruluşuna sevkini sağlayacak raporu, sağlık karnesindeki resmi başörtülü olduğu için vermeyen dönemin başörtüsü yasakları şampiyonu İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi dekanı, 2015 ve 2018’de iki kere AK Parti’den Kahramanmaraş’ta milletvekili adayı oldu, bu başvuruları sırasında iktidarı destekleyen hararetli konuşmalar yaptı, son yerel seçimlerde de şansını MHP’den belediye başkanlığı adaylığı için denedi.
Yine başörtüsü ayrımcılığının sembol görüntülerinden olan 1995’de Sivas’taki Hemşirelik Meslek Yüksek Okulu’ndaki mezuniyet töreninde dönem birincisi başörtülü kıza yemin ettirmeyen, başörtülü kızların diğer arkadaşları tarafından darp edilmesini izleyen okul müdürü profesör de AK Parti iktidarı sırasında kariyerine, imzacı akademisyenler ya da Şehir Üniversitesi’nin başına gelenleri yaşamadan devam etti, daha geçen yıl Gaziantep Üniversitesi’nden emekli oldu, halen Mersin’de özel bir vakıf üniversitesinde yöneticilik yapıyor, iktidardan da gayet memnun görünüyor.
O gün mezuniyet töreninde saldırıya uğrayan başörtülü hemşirelere, hastanesinde sahip çıkmış başhekim ise bugün ancak özel bir hastanede çalışıyor, Facebook’una göre bu aralar en çok da Şehir Üniversitesi’ne reva görülenlere kızıyor.
Başörtüsü ayrımcılığı defterleri eğer bir bir açılırsa, 28 Şubat uygulamalarının sürdüğü 2000 yılında Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli’ye bağlı DPT’nin Marmaris’teki yaz kampına “çağdaş ilkeler kapsamı dışındaki kıyafetlerle” girilmesini yasaklayan ve bundan beş yıl öncesine kadar iktidara yakın medyanın dilinden düşürmediği genelgeyle de, başörtülü ilk milletvekili olan Merve Kavakçı’nın vatandaşlıktan çıkarılma kararının altındaki yine Başbakan Yardımcısı olarak Bahçeli’nin ve MHP’li bakanların imzalarıyla da karşılaşmak mümkün.
Aynı Bahçeli, o gün Merve Kavakçı’nın yanında durmuş ve bu yüzden siyaseten beş yıl yasak almış Nazlı Ilıcak için geçen hafta “masum gösterilmeye çalışılan sorunlu kişi” dedi.
Bugün her akşam televizyonlarda iktidarın en güçlü destekçisi olan Doğu Perinçek de yıllarca “devrim kanunları uygulansın” diye kampanyalar düzenlemiş başörtüsü yasaklarının bir numaralı şampiyonu değil miydi?
Bugün iktidarın barolara karşı çözüm ortağı Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu da, Ankara Hukuk Dekanlığı ve Ankara Barosu başkanlığı günlerinde başörtüsü yasaklarının güçlü savunucularından biriydi. Ya da şimdilerde yerli ve ve milli bilge yazar muamelesi yapılan Alev Alatlı, 2008 yılındaki üniversitelere başörtüsü özgürlüğü düzenlemesine karşı “Gözlemlediğim odur ki, korkutan tülbent değil, türban” diye başlayan bir yazı yazmıştı.
Hiçbirinin ağzından Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığına benzer başörtüsü konusunda “yanlış yaptık” özeleştirisi çıkmadı.
Ama bugün onlar başörtüsü yasakçılığı suçlamalarından muaflar, yasakçılığın yükü ise bu mazisiyle yüzleşmeye çalışan Kılıçdaroğlu’nun üzerine yıkılmış durumda.
Üstelik CHP’nin esas yasakçı kanadı Baykal ve yakın adamları, bu mazileriyle ilgili tek bir kelime etmeden AK Parti’den belediye başkanı seçilip, iktidar medyasında kendilerine rahatça yer bulabilmişken...
Bu uzun ve üzücü hikayenin en hazin kısmına geldik.
“Önemli bazı isimlerin eşleri olmalarına” dahi izin verilmeyen başörtülü kadınların AK Parti iktidarının 13’üncü yılında önemli bazı isimler olmalarına nihayet izin verildi.
Yıllarca AK Parti teşkilatlarında siyaset yapmış Özlem Zengin de nihayet, pek çok erkek AK Partili’den daha fazla hakkı olan makamlara geldi, milletvekili oldu, şimdi de partisinin Meclis’te grup başkanvekilliğini yapıyor.
Ama maalesef ayrımcılığa uğramış olmak, beklendiği gibi kimseyi başka ayrımcılıklara karşı hassas yapmaya yetmiyor.
Mafya liderlerinin bile salıverildiği af görüşmeleri sırasında, siyasi tutukluların neden kapsam dışında tutulduğuna yönelik eleştirilere “darbeciler olmasın mı cezaevinde, PKK'lılar olmasın mı cezaevinde, DHKP-C’liler olmasın mı cezaevinde” diye cevap veren Zengin, kendisi gibi ayrımcılığa uğramış başörtülü kadınların da arasında olduğu hapishanelerdeki bu saydıklarından hiçbirisi olmayan binlerce siyasi tutuklu hakkında, yıllarca mağduru olduğu toptancı bir suçlamayı dillendirmekten çekinmemişti.
Tıp fakültesinden son sınıfta başörtüsü yüzünden atılmış, hakkını AİHM’de aramış, orada bile ayrımcılığa uğramış Leyla Şahin de yıllar sonra AK Parti’den milletvekili seçildi, insan hakları komisyonu üyesi oldu, her türlü ayrımcılığa karşı herkesten duyarlı olması beklenirken “Türkiye’de insan hakları ihlali olduğunu söylemek artık abestle iştigaldir” dedi.
Özlem Zengin, haksız eleştirilere karşı DHA’ya uzun bir röportaj verip kendini savunabildi. Sosyal medyada kendisine hakaret eden bir kişi hemen gözaltına alındı. Bundan 10-15 yıl önce başörtülü kadınların böyle lüksleri yoktu.
En azından ülkedeki bir ayrımcılıkta mesafe alınmış olması sevindirici, ama ülkedeki diğer ayrımcılıkları ve adaletsizlikleri bununla örtmeye çalışmak da o kadar kahredici.
Böyle bir ayrımcılık hikayesinin sonu başkalarına yönelik ayrımcılıklara, adaletsizliklere, hürriyetleri tanımamaya çıkmamalıydı.
Tarih önünde yerden göğe kadar haklıyken, insanı yerin dibine sokacak kadar haksız duruma düşmek bu olsa gerek...