Yıldız Sarayı ve Bahşiş-Rüşvet
Sultan Abdülhamid’in etrafındakilerin ve kendilerine “Saray Takımı” yahut “Kamarilla” denen kimselerin sözü edildiğinde akla gelen ilk şey “güç ve iktidar” olduğu kadar “yolsuzluk ve rüşvet” de olmuştur. “Saray Takımı”nın hemen hepsinin, yaptığı işlerden, aracısı olduğu şeylerden kendi adlarına menfaat sağlamadan iş yapmadığı genel bir itham ve iddia olarak hep söylenip yazılmıştır.
Yıldız Sarayı ile muhatap olan hem yerli hem de yabancı birçok isim Abdülhamid’in yakın çevresinde olan ve ona danışman, karin, kâtip ve hizmetkâr bulunan isimleri “klik” olmak ve Abdülhamid’in adeta altını oymak ve adını kirletmekle suçlamışlardır. Örneğin Theodore Herzl sözü edilen “kamarilla” yahut “Saray Takımı”nı şu ifadelerle tanımlayıp tasvir etmiştir:
“Sultan’ın benim üzerimde bıraktığı intiba onun zayıf, gevşek fakat tamamen iyi bir insan olduğudur. Onun korkunçluğuna da inanmıyorum, sinsiliğine de. Onu daha çok soyguncular ve reziller, soysuzlardan müteşekkil bir çemberin içinde derinden bedbaht bir mahpus gibi görmekteyim. Siyonist hareketin sorumluluğunu taşımamış olsam gidip şimdi bu zavallı mahpusa özgürlüğünü kazandıracak bir makale kaleme alırdım. II. Abdülhamid Han, ülkeyi güvensiz ve mutsuz kılan ahlaksız düzenbazlar gurubunun adıdır… Bu çevredir ki her türlü rezilliği yapmakta ve onun namına yapmış gözükmektedir… Yıldız Sarayı kliği tam bir mücrimler çetesidir. İcra ettikleri her cürümden sonra şuraya buraya dağılıyorlar ve sanki her şey hükümdar adına yapılmış gibi hiç kimse mesul olmuyor.“
Herzl dönemin bürokratik seçkinleri için bu ifadeleri kullanmışken Alman General Von der Goltz Paşa da Abdülhamid’e sözü edilen saray kliğinden bir an evvel kurtulması tavsiyesinde bulunmuştur.
Saray kamarillasına isnadı layık görülen ithamları, söyleyen ve itham edenlerin isim ve kimliği dolayısıyla, bütünü ile asılsız olarak kabul etmek pek de doğru değildir. Hamidiye idaresinde rüşvetin varlığından öte yaygınlığı bizzat söz konusu eylemin içinde olanlar tarafından bireylere veya kamuoyuna yapılan hususi veya umumi açıklamalarla da sübut bulmuştur.
Rüşvet almak ve rüşvetsiz iş yapmamakla suçlanan ve bu noktada adı şöhrete ulaşan Hamidiye dönemi bürokratik mürtekiplerinin/rüşvetçilerinin kendileri dahi zaman zaman rüşvet illetinden şikâyetçi olmuşlardır.
Sultan Abdülhamid’in “hizmetine girme felaketine uğramadan evvel” onun rüşvete göz yumduğunu ve rüşvetçilere hüsn-i zan ile bakıldığını sadece hissetmiş olduklarını belirtenler, Yıldız Sarayı’na dâhil olduktan sonra ise şahsi menfaatlerin devlet hazinesi zararına öne çıkarıldığına çok kere şahit ve muttali bulunduklarını, daha vahim olanı ise Abdülhamid’in de bu duruma sessiz kalıp müsaade ettiğini ifade etmişlerdir.
Hafiye Teşkilatı şeflerinden olan ve 1908 sonrası Avrupa’ya firar eden Ziya Bey Londra’da basına yaptığı umumi açıklamada;
“Sultan’ı veya etrafındakileri bütünüyle suçlamıyorum. Bir anlamda işler böyle yürüyordu ve herkes kendi menfaati çerçevesinde iş görüyordu” demekteydi.
Gerçi Ziya Bey yaptığı açıklamalar noktasında yalnız da değildi. Tüccardan Yazıcızade Hakkı Beyin vekili dava vekillerinden Mehmed Kuddusi de Tanin’de yer alan bir beyanında;
“İddia ediyorum ve edeceğim ki; Bahriye Nazırı Hasan Rami Paşa yalnız bir senelik yağ alımındaki suiistimalleri neticesi 7 bin lira irtikâp ve ihtilas etmiştir. İddia ediyorum ve edeceğim ki; Bahriye Nazırı bu irtikâp için memuriyet vazifesini suiistimal etmiş ve resmi satın almalara fesat karıştırmıştır. İddia ediyorum ve edeceğim ki; Bahriye Nazırı bu irtikap için muazzez bahriye efradının sıhhatlerini ihlal etmiş ve etmekte bulunmuştur.... İşte mahkeme kapısı!” diyerek meydan okumuştu.
Yıldız Sarayı’nda Abdülhamid’in etrafındakilerin yolsuzluk şekli hakkında Arap İzzet Paşanın hususi suretteki beyanı ise;
“A babam. A oğlum. A kardeşim. Kazın ayağı öyle değil. ...için alınan konyağın en pahalısı… ve içilen şampanyanın en fiyatlısı… …Frank’ı geçmez fakat Kilercibaşı’nın defterine şampanyanın 60, konyağın her bir şişesi 120 franktan geçer.” şeklindeydi.
“Yıldız Saray Takımı”nın içlerinde dürüstleri elbette vardı. Ancak büyük çoğunluğu bütün ruhları ve bedenleri ile rüşvet, yolsuzluk ve suiistimal denizinde boğulanlar arasındaydı.
Devletin kendisini askeri anlamda yeniden teçhiz etme çabası neticesi özellikle Alman mamulü top, tüfek ve savaş teçhizatının satın alınması konusunda oluşturulan resmi komisyonların raporları sivil yahut askeri bürokratlarca çok kolay bir surette değiştirilebilirdi.
Böyle bir halin yaşanmasında “bahşiş”, “hediye” ve “komisyon” alma-vermelerin tabii ki büyük yeri ve etkisi vardı. Esasen bu durum yeni bir şey de değildi ve bahşiş, Hamidiye devri öncesi ve sonrasında da yaygın bir surette mevcudiyetini muhafaza etmiş ve edecekti.
Sultan Abdülhamid devrinde yolsuzluk ve rüşvetle suçlanan saray çevresi ve bazı nazır ve paşalar içinde bulundukları rüşvet beliyyesi dolayısıyla Abdülhamid sonrasında maruz kaldıkları cezai işlemlerden yine rüşvet vermek suretiyle sıyrılmaya çalışmışlardı.
İrtikâplarından dolayı İttihatçıların elinden kurtulabilmek için İttihatçılara binlerce liralık rüşvet teklifte bulunan mürtekiplerin bir kısmının rüşvet teklifleri, ne gariptir ki, adalet umdesi ile iktidarı ele geçirmiş olan İttihatçılarca, miktarı az bulunduğu için, reddedilmişti. İktidara gelmeden önce hürriyetten dem vuran ancak iktidara geçince hürriyetsizlik oluşturan İttihatçılara yapılmış olan bu anlamdaki yüklü rüşvet tekliflerinden mesela birisi, 16 Ağustos tarihli Servet-i Fünun dergisinde “Çirkin Rüşvet Teklifi” başlığıyla kamuoyu ile paylaşılmıştı.
Hürriyete kavuşmak rüşvet teklifinde bulunanlar sadece mürtekipler değildi. Affına vesile olmak ve kendilerine hürriyet bahşetmek üzere, devlete değil de, İttihat ve Terakki Cemiyeti kesesine 100 bin lira bağış yapması için İttihatçılar da bazı paşalara çağırıda bulunuşlardı.
Ancak bu çağrılar rüşvet ile yükünü tutmuş ve kendisini emniyete almış isimlerce kabul görmemiş ve kibarca reddedilmişti.
Genel anlamda bakıldığında son dönem Osmanlı idaresinde yaygın bir surette cari olan rüşvetin mevcudiyet ve belirleyiciliği sadece Osmanlı bürokrasi ve bürokratlarına münhasır bir durum da değildi. “Rüşvet”; “komisyon”, “yüzde” yahut “bahşiş” denilen yetki ve makamının imkânları ve gücünü suiistimal etme unsurunun birçok devlet bürokrasisinde müntesipleri vardı. Diğer taraftan pazar bulma ve o piyasaya egemen olma arayış ve rekabeti içerisinde olan silah şirketlerinin geniş yetkili temsilcilerinin, satın alma komisyonu üyelerine veya son onay merciinde bulunanlara reddedilemeyecek yüzdeler veya diğer finansal sıkıntıların giderilmesi adına gayet cazip tekliflerde bulunmaları, silahlanma sözleşmelerine, resmi olanın yanında bir de kayıt dışı olarak, pazarlama payı ilave etmelerini gerektirmişti. Söz konusu silah şirketlerinin temsilcileri bir yönüyle bu türden ilave ödemeler yapmaya bir yönü ile de mecbur bir haldeydi. Zira bahşiş, Osmanlı özelinde, o tarihlerde, iş yapmanın neredeyse ortak bir özellik ve paydası haline gelmişti. Ticaretin her alanına girmiş, geçerlilik kazanmış ve sistematik bir yapıya bürünmüştü. Rüşvet, yanlışlıkla ya da kendisine ara sıra başvurulan bir çözüm vasıtası da değildi. Öyle ki; Deutsche Bank'ın yönetim kurulu üyeliğinde bulunan Arthur von Gwinner’in ifadesine göre Bağdat Demiryolu imtiyazının elde edilebilmesi için 120.000 sterlin bahşiş dağıtılmak zorunda kalınmıştı. Yine Gwinner’in belirttiğine göre;
“Türkiye ile iş yapmak zorunda olanların gayet iyi bir surette bildikleri üzere, Sultan’ın bürokratlarına ve nazırlarına bahşiş dağıtmadan, ‘Hazine’ adına dahi olsa altın yüklü bir eşeğin, İstanbul'dan geçirilebilmesinin imkânı yoktu.”