YKS Yerleştirme Sonuçlarının Düşündürdükleri

Mahmut Özer

Mahmut Özer

[email protected]

Bir ülkenin en kalıcı sermayesi beşeri sermayesidir. Ülkeler beşeri sermayelerinin niteliği üzerinden rekabet etmektedir. İkinci Dünya savaşı sonrası beşeri sermayenin önemine yapılan vurgularla tüm ülkelerde eğitim seferberlikleri başlatılmış ve çoğu OECD ülkesi temel ve ortaöğretimde evrenselleşmeyi sağlarken kapsamı genişleterek yükseköğretim ve okulöncesi eğitimi de kitleselleşme kapsamına almışlardır.

Dünyada hal böyleyken ülkemizdeki durum 2000’li yılların başında içler acısıdır: okulöncesi eğitimde okullaşma oranı %11 iken ortaöğretimde yani liselerde %44’dür. Bir başka deyişle okulöncesi çağ nüfusundaki her 100 öğrenciden 89’u okulöncesi eğitime erişemezken lise çağ nüfusunun yarısı okul dışındadır. Benzer durum yükseköğretim için de geçerlidir. 2000’li yıllarda yükseköğretimdeki okullaşma oranı sadece %10’lar seviyesindedir. Bugün rekabet ettiğimiz ülkeler eğitimde evrenselleşmeyi sağlamış ve eğitimin kalitesini sürekli artırmaya çalışadursunlar, ülkemizde okullaşma oranları yerlerde sürünürken bir de başörtüsü yasağı ve katsayı uygulaması gibi antidemokratik uygulamalarla bu ülkenin evlatlarının eğitime erişememesi için tuzaklar kurulmuştur.

Eğitimde ve dolayısıyla beşeri sermayenin niteliğinin artırılmasında son 20 yılda eş zamanlı ve üç boyutlu bir dönüşüm yaşanmıştır. Birincisi devasa okul ve derslik yatırımlarıdır. 2000’li yıllarda 300 binler seviyesinde olan derslik sayısı artık 900 binler bandına getirilmiştir. İkinci boyutta başörtüsü yasakları ve katsayı uygulaması kaldırılarak ve toplumsal taleplere daha duyarlı kılınarak eğitim sistemi demokratikleştirilmiştir. Üçüncü boyutta ise çok kapsamlı sosyal politikalar uygulanarak eğitimde fırsat eşitliği güçlendirilmiştir. Böylece ders kitapları ve yardımcı kaynaklar ücretsiz sunulmuş, ihtiyacı olan öğrenciler ücretsiz yemek, burs, konaklama ve taşımalı eğitim imkânından yararlandırılmıştır. Şartlı eğitim yardımları ile özellikle kız çocuklarının eğitime erişimleri teşvik edilmiştir. Bu çok boyutlu adımlar kısa sürede meyvelerini vermiş ve okullaşma oranları tüm eğitim kademelerinde %90’nın üzerine çıkmıştır. Yükseköğretimde okullaşma oranı ise %45’in üzerine çıkartılmıştır. Dahası, ilk kez kız çocuklarının okullaşma oranı ortaöğretimde erkek çocuklarınınkine ulaşmış hatta yükseköğretimde 2014 yılından itibaren erkeklerinkini geçmiştir. Erişim sorununu çözdükten sonra artık önümüzde erişilenin kalitesini sürekli iyileştirmek gibi zor bir görev durmaktadır.

Bu kapsamda bu yazıda YKS yerleştirme sonuçları yeni açıklandığı için yükseköğretime erişim konusu geniş bir bağlamda değerlendirilmektedir. Yukarda da değindiğimiz gibi yükseköğretime erişimi artırmada yükseköğretim kurumları başlangıçta direnmiştir. Başörtüsü yasakları ısrarla uygulanarak kadınların yükseköğretime erişimleri engellenmiştir. Başörtüsü yasakları kaldırılmasına rağmen uzun süre, yükseköğretime artan talebi karşılamak için yeterince kapasite üretilememiştir. Bu tıkanıklığı aşmak için iki ayrı çözüme başvurulmuştur. Birincisi mevcut yükseköğretim kurumlarının arza yönelik kapasitesini artırmak iken ikincisi üniversite sayısını artırmak olmuştur.  2000’li yıllarda 70’ler seviyesinde olan üniversite sayısı bugün 200’ün üzerindedir. Benzer şekilde öğretim elemanı sayısı artmış ve özellikle gençlerin barınma ile ilgili ihtiyaçlarını karşılamak için yurt imkânı her yıl düzenli bir şekilde artırılmıştır. Bugün yaklaşık 900 bin kapasiteye ulaşmış olan bu konaklama desteği hemen hemen hiçbir gelişmiş ülkede bu seviyede değildir. Bunların hepsi çok olumlu gelişmelerdir.

Ancak, yükseköğretimde bu olumlu gelişmenin sürdürülebilir olması için atılması gereken adımların yeterince ve zamanında atılamadığı görülmektedir. Yükseköğretimde bu büyümenin sürdürülebilir olması için en önemli kaynak doktora eğitimidir. Doktora mezunu sayısı bu büyümenin talep ettiğini arz etmede maalesef yetersiz kalmıştır. Ülkemizde tüm disiplinlerden doktora mezun sayısı 2000’li yıllarda 2 binler seviyesinde iken bu sayı aynı dönemde Japonya’da 15 binler, Hindistan’da 25 binler, İngiltere’de 27 binler, Almanya’da 29 binler, Çin’de 55 binler ve Amerika’da 69 binler seviyesindedir. Geçen 20 yıllık sürede YÖK’ün farklı proje destekleri ile bu sayı ancak 10 binler seviyesine yükseltilebilmiştir. Ancak, kaliteyi bir tarafa bırakalım sayı olarak bile son derece yetersizdir. Sonuçta özellikle yeni kurulan üniversiteler öğretim üyesi ihtiyaçlarını karşılamada zorlanmış ve dolayısıyla bu üniversiteler yeterli yükseköğretim arzı üretememişlerdir.

Bu durumda kapasite arzı özellikle 1992 öncesi kurulan üniversiteler üzerinden üretilmeye çalışılmış, bu da lisansüstü eğitim açısından verimli olan bu üniversitelerin öğretim elemanlarının ders yüklerinin artmasına, nihayetinde araştırma performanslarının düşmesine yol açmıştır. Öğretim elemanı başına düşen uluslararası yayın sayısı da bu darboğaza işaret etmektedir. 2012 yılında bu sayı 0,29 iken 2022 yılında ancak 0,38’e çıkabilmiştir. Dahası, yayın sayısında bu kısmi iyileşmeye rağmen yayınların aldığı atıf sayısı istikrarlı bir şekilde düşmektedir. Bir başka deyişle, yükseköğretim kurumlarımızın bilimsel verimlilikleri düşmekte, bilimsel performans uyarı vermektedir. Üniversitelerin araştırma performanslarını değerlendirmede kullanılan en önemli göstergelerden birisi öğretim üyesi başına düşen doktora mezunu sayısıdır. Ülkemizde yaklaşık 13-14 öğretim üyesi başına bir doktora mezunu düşmektedir. Bu oran gelişmiş ülkelerinki ile karşılaştırıldığında oldukça düşüktür. Son yıllarda araştırma kapasitesini artırmak ve araştırmayı teşvik etmek için son derece önemli miktarlarda kamu kaynağı tahsis edilmesine rağmen yükseköğretim kurumlarımızdaki bilimsel ataleti bilimsel dinamizme dönüştüremediği görülmektedir. Akademiyanın sorunları dışarıda arama refleksinden kurtulması ve kendisiyle yüzleşmesi için vakit geçmiş değildir.

Yükseköğretimde genişleme politikası doğru olmasına rağmen bu eksiklikler giderilmediğinde gelinen noktada gereksiz bir şekilde kalite tartışmaları tetiklenmiş ve ‘Her ilde üniversiteye ne gerek vardı?’ sorularının sorulmasına yol açılmıştır. Aslında sorun bu politikanın yanlışlığından ziyade, yükseköğretim kurumlarının performans düşüklükleri ve kendilerinin en temel ihtiyaçlarını karşılayamamalarıdır.

Gelinen noktada, YÖK yükseköğretim kapasitesi oluşturmada mevcut üniversitelerin kapasitesini artırma veya yeni üniversite kurulması yerine yanlış bir şekilde açık öğretim programlarının kapasitesinin artırmaya yönelmiştir. Örneğin, 2021 yılında devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin yaklaşık %58’i (4 milyon 454 bin 128’i) açık öğretim programlarına kayıtlıdır. Bir başka deyişle, kampüslerde eğitim görmesi gereken öğrencilerin yarısından fazlası yükseköğretime sadece uzaktan erişebilmektedir. Oysa yükseköğretimde kampüslerde geçirilen vakitlerde sadece alanla ilgili eğitim alınmamakta, kültür, sanat ve spor etkinliklerine, ortak projelere katılan öğrenciler özellikle akran eğitimi ile kişisel ve sosyal, kültürel ve duygusal gelişimlerine de önemli katkılar sağlayabilmektedir. Açık öğretimde okuyan gençler maalesef bu imkândan yoksun bir şekilde sadece uzaktan eğitim almaktadır. Bu oran alarm verecek kadar yüksektir. Açık lisede okuyan öğrenci sayısı arttığında kıyameti kopartanlar neden bu konuda hiçbir şey söylememektedir? Diğer taraftan, açık öğretim programlarından mezun olma oranları da son derece düşüktür. Bu nedenle, yükseköğretimde açık öğretimin payı düşürülmelidir. Son zamanlarda bu bağlamda YÖK’ün atmış olduğu adımlar olumludur ve kararlı bir şekilde sürdürülmelidir.

Yükseköğretimde arz üretmedeki bu tıkanıklık liselerden yükseköğretime geçişteki yerleşmeleri de olumsuz etkilemiştir. Verilere bakıldığında 2015 yılına kadar lise yeni mezunlarının yükseköğretim programlarına yerleşme oranları her yıl düzenli bir şekilde artmış ve 2015 yılında %53’e yükselmiştir. Bir başka deyişle, liseden yeni mezun iki gençten bir tanesi yükseköğretime yerleşebilmiştir. Ancak, garip bir şekilde 2015 yılından itibaren lise mezunlarının yerleşme oranları sürekli düşmüş, 2016 yılında %49,2’ye, 2017 yılında %34,9’a, 2022 yılında %31,8’e düşmüştür. 2024 yılında son YKS yerleştirmelerinde bu düşüşün sürdüğü görülmektedir (yaklaşık %32). Bu düşüşten artık OECD ortalamasının çok üzerinde performans gösteren Fen Lisesi mezunları da etkilenmektedir. Liseden yeni mezun olanlar için yükseköğretime geçiş baskısı sadece YKS sınavını etkilememekte, doğrudan LGS sınavını da etkilemekte, eğitim sistemi sınav sarmalına sürüklenmektedir.

Kısacası, yükseköğretimde son yıllarda sağlanan büyüme istenilen seviyede sürdürülebilir kılınamamıştır. Elbette, bunun çok sayıda sebebi bulunmaktadır. Ancak, bu sorunun temel kaynağı, ağırlıklı olarak yukarda da işaret ettiğimiz gibi doktora eğitimidir. Yükseköğretim sistemimizde doktora eğitimi fırsat kaçmadan hem kapasite hem de kalite olarak masaya yatırılmalıdır. Doktora mezun sayısının, sadece özellikle yeni kurulan üniversitelerin değil işgücü piyasasındaki rekabetçi firmalarının da ihtiyaçlarını karşılayabilecek seviyeye erişebilmesi sağlanmalıdır. Böylece, özellikle eski üniversiteler aşırı yükseköğretim arzı üretimi baskısından kurtulacak, dolayısıyla lisansüstü eğitime daha fazla zaman ve kaynak aktarabilecek ve üniversitelerimizin bilimsel performansları da iyileşebilecektir. Sonuç olarak doktora meselesi memleket meselesidir!

Bu bağlamda değinilmesi gereken bir başka önemli konu, yapay zekânın (YZ) geldiği nokta ve işgücü piyasalarında yol açtığı ve açacağı köklü dönüşümlerdir.  Bu nedenle önümüzde eğitim ile ilgili meydan okuyucu sorunlar bulunmaktadır. YZ, son yıllarda otomasyonun geldiği noktayı çok farklı bir boyuta taşımaktadır. Artık, otomasyona maruz görevler, dolayısıyla meslekler işgücü piyasasından çekilmektedir. Önlemler alınmadığında YZ’nin yol açacağı dönüşüm işsizlik oranlarının yükselmesini tetikleyecektir. Ayakta kalacak olan veya ortaya çıkacak yeni meslekler artık lisans eğitiminden lisansüstü eğitime doğru kaymaktadır. Dolayısıyla, yükseköğretimde en fazla paya sahip olan açık öğretim mezunlarını önümüzdeki dönemde ciddi riskler beklemektedir. Diğer taraftan mesleki eğitim YZ’nin şimdilik odağı dışındadır. Bu nedenle mesleki eğitimin ne kadar güçlü olduğu önümüzdeki dönemde çok daha kritik öneme sahip olacaktır.

Özetle, bir yandan yükseköğretimde erişimin iyileştirilmesi gerekirken diğer taraftan eğitim sistemimizin bir bütün olarak yeni meydan okumalar karşısında hızlı aksiyonlar alması gerekmektedir. Bu bağlamda, YZ’nin yakın ve uzun vadede yol açacağı dönüşümlere şimdiden hazırlıklı olabilmek için acilen atılması gereken adımlar bulunmaktadır. Bu adımların başında üniversitelerin bilimsel performanslarını ve doktora eğitiminin verimliliğini artırmak gelmektedir. İkinci adım olarak, yükseköğretimde açık öğretim programlarında eğitim alan öğrenci oranı %10’un altına düşürülmeli ve ülkemizin fırsat penceresi olan gençlerin kampüs eğitimi alması sağlanmalıdır. Özellikle YZ’nin talep ettiği beceriler göz önüne alındığında kampüs ortamında gençlerin kültürel ve sosyal sermayelerini geliştirmeleri onların işgücü piyasasındaki dönüşümlere karşı dayanıklılıklarını artıracaktır. Üçüncü adım olarak, mesleki eğitimi güçlendirmeye devam edilmeli, mesleki eğitimin gençlerin zorunlu olarak gittikleri değil, severek ve inanarak seçebilecekleri bir seçenek olması sağlanmalıdır. Son yıllarda bu konuda çok önemli mesafe alınmış olup bunlar kararlılıkla sürdürülmelidir. YZ’nin mesleki eğitimi daha az etkileyecek olması önemli bir fırsat olarak değerlendirilmeli ve genç işsizliği azaltmada önemli bir araç olarak eğitim yatırımların odağına alınmalıdır. Son olarak, YZ’nin meslekler üzerinde yapacağı olumsuz etkiler göz önüne alınarak eğitim sisteminde beceri transferine imkân veren yeni mekanizmalar inşa edilmelidir. Böylece, eğitim aldığı alanda istihdam daralması yaşandığında gençlerin kısa ilave bir eğitim alarak yeni mesleklere geçebilmeleri sağlanabilmelidir. Aksi takdirde, genç işsizlik çok daha fazla artabilecektir. Ülkemiz bu adımların tamamını ve ilave adımları da atabilecek güçtedir. Yeter ki sorunlar doğru tespit edilebilsin ve doğru çözümler üretilebilsin…

 

Diğer Yazıları