Yönetmen Nazif Tunç: 50 yıl Türk sinemasının tek destekçisi Türk milleti oldu
Yönetmen Nazif Tunç, özellikle Yeşilçam yıllarında Türk insanının sinemayı desteklediğini söyleyerek, "50 yıl, belki daha da uzun bir süre Türk sinemasının tek destekçisi Türk milleti oldu." dedi.
"Karınca", "Peygamberin Kılıçları", "Semazen", "Kiralık Anne" ve "Hicret"in de aralarında bulunduğu çok sayıda yapıma yönetmen ve yapımcı olarak imza atan Nazif Tunç, Türk sinemasındaki yolculuğunu, sinema ve sanata bakış açısını ve Türk sinemasına ilişkin düşüncelerini AA muhabirine anlattı.
1986'da Tarık Buğra’nın kaleme aldığı "Kuruluş- Osmancık" dizisinde senaryo asistanlığıyla başladığınız "ekran" maceranız bugün beyaz perdede "Karınca" filmi ile taçlandı. Gazetede sinema yazıları yazan Nazif Tunç bugün önemli bir yönetmen. Gazetecilikten sinemacılığa geçiş nasıl oldu?
"Trakya kasabası Uzunköprü'de okumayla, edebiyatla, sanatla ilgilenen, bir hudayinabit gibi, hocası, eğitmeni, öğretmeni olmadan hayat yollarında kendi başına sanat macerası yaşayan bir çocuktum. Yeni yetmeliğim, çocukluğum halk kütüphanesiyle, halk sineması denilen iki kültür ocağının arasında geçti o kasabada. Halk sineması belediyenin sinemasıydı ve orada filmler seyrediyordum. Halk kütüphanesinde de Kemalettin Tuğcu'dan, Murat Sertoğlu'ndan başlayarak Yaşar Kemallere, Orhan Kemallere, Behçet Necatigillere kendiliğinden ulaşmış bir maceram oldu.
"Edebiyat dünyasına derin ve güçlü yumruklar atmaya çalışan taşralı bir heveskardım"
İstanbul'da üniversiteyi kazandım. İçimde sinemaya karşı bir merakım vardı ama daha çok, büyük şehre gelip edebiyat dünyasına derin ve güçlü yumruklar atmaya çalışan taşralı bir heveskardım. Sinema benim için daha çok Yeşilçam filmlerini seyrederek, hatta Lütfi Akadlar, Metin Erksanlar, Duygu Sağıroğulları, Atif Yılmazlarla değil sadece, Çetin İnançlar, Yılmaz Atadenizlerin bir kasaba sinemasına gelen ne kadar avantür filmi varsa onlarla lezzet almaya çalıştığım bir alandı. 1980 darbesinden sonra üniversite okumak üzere İstanbul'a geldim ve bir yandan da sağda solda, edebiyat dergilerinde, Varlık dergisinde şiirleri yayınlanmaya başlayan bir heveskardım. Edebiyat meraklısıydım ama roman yazmak, şiir kitapları çıkarmak, edebiyat çevrelerine girmek istiyordum. Bunları yürütebilmek için de bir çevre içinde olmak istiyordum. Tarık Buğra, Mustafa Miyasoğlu, İstanbul'a geldiğim zamanlarda elimden tutan ilk hocalar oldu. Daha sonra Tarık Buğra ile Kuruluş'un yazılması sırasında onun daktilo etmediği, el yazısıyla yazdığı Kuruluş senaryosunu temize çekerek, tab ederek, on parmak yazıyordum.
Bu süreçler içerisinde ben Mustafa Miyasoğlu'nun da himayesiyle ve yardımıyla, Tercüman ve Türkiye gazetesinin kültür sanat sayfasında sinema ve tiyatro eleştirmenliği de yapmaya başladım. Benim aslında sinemaya adım atarken hiçbir ustam olmadı fakat Yeşilçam'ın ne kadar yönetmeni varsa, onların setlerinde, onların çekim ve montaj yaptıkları zamanlarda sanatlarını, yöntemlerini yakından izleme fırsatım oldu. Bu fırsat bana gazeteciliğin getirdiği bir imkandı. Sabah gazeteye gidiyordum ve Yeşilçam'ın şirketlerine, yazıhanelerine telefon ediyordum. 'Nerede, hangi mekanda olacak çekiminiz? Kim çekiyor?' diye soruyordum. Normal bir insan olarak gitse belki film setinin olduğu semte, mahalleye bile sokulmayacak olan birisi, gazetecilik vasfıyla sete giriyor, akşama kadar röportaj, fotoğraf, haber gibi birtakım vesilelerle yönetmenin, oyuncuların çalışmalarını yakından takip ediyor. Biraz bu ziyaretlerim ve ayrı ayrı yönetmenleri takip etmem, sinemada birçok ustamın var olmasını sağladı. 1986-1987 senesinde yoğun biçimde Erdoğan Tokatlı, Şerif Gören, Atıf Yılmaz, rahmetli Zeki Ökten, hepsinin setine belki birkaç gün giderek, gazete haberi, röportaj gibi birtakım kulplarla filmlerini çekme yöntemleriyle ilgili birtakım dersler peşindeydim.
1989 senesine kadar sanatta eleştirmen ve yazar olarak bu maceram sürdü. Tarık Buğra'nın bana senaryolarını tab ettirmesinden kaynaklanan ve Kuruluş'un çekimleri sırasında Yücel Çakmaklı ile olan ilişkilerim, sinemanın yavaş yavaş içine, daha merkezine doğru adım atma cesaretimin sebebi oldu. 1989'da Türkiye Gazetesi Radyo Televizyonu (TGRT) kuruldu. Bir zamanlar asistanı olmaya çalıştığım Yücel Çakmaklı'nın yapımcısı ve senaristi oldum. 'Kurdoğlu-Osmanlı Bedel İster' diye Osmanlı tarihinin 16. yüzyılda, Barbaros (Hayreddin Paşa), Oruç Reis, denizcilerin İspanya'dan, Endülüs'ten o zamanın zulüm görmüş birtakım insanlarını, Osmanlı ülkesine getirmekle ilgili mücadelelerini anlatan bir film yaptık ve çok da beğenildi."
"Bizim internetimiz yoktu. Kasaba sinemasındaki filmlerle avunuyorduk"
Yönetmen Yücel Çakmaklı ile nasıl tanıştınız?
"Çakmaklı, kasabada Halk Sineması denilen belediye sinemasında film seyretmeye başladığımız zamanlardan bizde yer etmiş bir yönetmendi. Filmlerde yansıtmaya çalıştığı manevi iklimi kendime yakın buluyordum ve Yücel Çakmaklı'nın filmlerini hep takip ediyordum. Yücel ağabeyin 'Birleşen Yollar', 'Memleketim', 'Ben Doğarken Ölmüşüm', 'Kızım Ayşe', 'Oğlum Osman', filmlerini bir şekilde kasabadaki sinemada seyretmiştim. Bizim başka bir yerden film seyretme imkanımız hiçbir zaman olmadı. Yani ben, sinemanın ustalarını, büyük yönetmenleri ancak TRT'nin o zaman siyah beyaz olarak çok nadir olarak yayınladığı filmlerde görüyordum. Bergman'ı, Tarkovski'yi, Angelopoulos'u, Kurosawa'yı tanımam İstanbul'a geldikten sonra sinemateklerde, Atatürk Kültür Merkezinde rastladığımız şanstı. Daha önce bizim ne Torrentimiz ne internetimiz ne de bir sürü filmi rahatlıkla bulabileceğimiz dijital mecramız vardı. Kasaba sinemasına gelen filmlerle avunuyorduk ve 3-4 ayda bir sinemanın klasiklerini, onu da yarısını keserek, çok geç saatlere kadar bırakarak, belki gençlerin beklerken uyumalarını sağlayacak bir saatte veriyorlardı.
Yücel ağabey benim gönlümde zaten maya tutmuş bir yönetmendi ve 1980'li yıllarda İstanbul'a gelir gelmez, onun etrafına nasıl yaklaşabilir ve kendisiyle nasıl ilişki kurabiliriz diye düşündüm. Yücel ağabey dost canlısı bir insandı. Kendisi de Anadolu çocuğu olduğu için sinemada çok güç ilerlemiş, çok zor bir yerlere gelmiş. Bundan ibret alan bir insan gibi kendisine yaklaşmaya çalışan Anadolu'nun o kara çocuklarına yardımcı olmayı çok isterdi."
Halk sineması ve halk kütüphanelerinin hayatınızda nasıl bir önemi oldu?
"Annem ilkokul üçe kadar okumuş, babam da öyle. Okuma uğraşıyla ilgili oğullarına verebilecekleri bir şey yok. Hudayinabit diyorum. Hudayinabit dağ başlarında ıssız yerlerde kendi başına yetişen, kimsenin ekmediği, sulamadığı yerlerde yetişen, meyve veren ağaçlara hudayinabit denir. Onlar yağan yağmurla, esen rüzgarla, Allah'ın kendileri için yarattığı birtakım lütuflarla meyve vermeyi başarırlar. Sahipleri yoktur. Issız yerlerde kendi başlarına var olma kavgası sürerler. Ben de kendimi biraz öyle tarif ediyorum. 5-6 yaşındasınız, okumayı yeni sökmüşsünüz. Okumayla ilgili sizi yönlendiren kimse yok. Halk kütüphanesi denen bir kütüphane var, kitap alacak paranız yok. Kitap yok zaten yani ders kitabından başka kitabınız yok. Halk kütüphanesine gidiyorsunuz, okumayı yeni sökmüş bir okur gibi yavaş yavaş kitapların arasında koridorlar bularak, yeni yazarlar keşfederek bir hayal dünyası kuruyorsunuz. Benim birinci beslendiğim, ana sütü gibi tertemiz bir şekilde emdiğim yer, kasabadaki halk kütüphanesiydi.
"Omzumuza Tarık Buğra ve Yücel Çakmaklı dokundu"
Bir de kasabanın meydanında tam onun karşısında halk sineması diye bir belediye sineması vardı. Adı Halk Sineması'ydı. Birisi halk kütüphanesi birisi halk sineması. Burada da yarım yamalak da olsa film seyrederek, bazen dışarı verilen sesleri dinleyerek beslendim. Bugün geriye baktığımda aradan 30-40 yıl geçmiş. Ben şirketimin adını Halk Film koydum. Beni tertemiz bir şekilde besleyen Halk Kütüphanesi ve Halk Sinemasıydı. Bütün bu şeyler içerisinde İstanbul'a geldik. TRT çok büyük bir iş yapıyordu o zaman yani büyük roman uyarlamalarının dizilerini yapıyordu. Halit Refiğ'e 'Yorgun Savaşçı'yı çektirdi. Ondan sonra Ziya Öztan'a 'Ateşten Günler' adlı, cumhuriyet tarihinin en görkemli işlerinden birini çektiriyordu. Bir de Yücel Çakmaklı ile Tarık Buğra'nın kaleminden, senaryosundan 'Kuruluş Osmancık'ı çektiriyordu. Biz de Yücel Bey'e yaklaşmak, setinde bir görev almak, senaryo tutabilmek çabasıyla heyecan içindeydik. Yücel Çakmaklı-Tarık Buğra ilişkisi, bizim de sinema yolunda bazı adımlar atmamıza sebep oldu. Yücel abinin ve Tarık Buğra'nın omzumuza dokunmasıyla biraz cesaretlenerek, senaryo yazmakla ilgili bir evreye girdik.
Edebiyatla ilgili bir merakım da vardı. Dünya ve Türk klasikleri, okuyabileceğim ne varsa, bir doyumsuz açlık içerisinde bunları okuyordum. Dostoyevski, Tolstoy, Dickens, Balzac benim dolambaçlı mecralarımdı. Yani bir kitap da değil. Dostoyevski'nin ne kadar kitabı varsa, 'Karamazov Kardeşler', 'Suç ve Ceza', 'Stepançikovo Köyü', 'Ölüler Evinden Anılar'... Öyle bir açlık ki süngerin suyu emdiği gibi, biz o kitapları emiyorduk. Balzac'ı okuyorsun, Goriot Baba'sı, 'Eugenie Grandet'i, bir cilt değil 95 ciltlik İnsanlık Komedyası'nı okumak için azmediyorsun. Böyle bir okuma açlığı vardı. Bunlar da haliyle bizi doldurdu kendiliğinden. 'Testi içindekini sızdırır.' derler ya, bunların bir şekilde ya senaryo ya roman ya şiir olarak çıkması lazımdı. 'Yazmasam deli olacaktım.' diyor ya Sait Faik, öyle bir hale geldik ve senaryo yazmakla ilgili deneyimlerimiz arttı. Belki yüzüne bakılmayacak denemeler oldu. Tarık Buğra'ya, Yücel ağabeye götürdüm, bir sürü önerileri oldu. Yeniden yazdım. İlk profesyonel senaryomuzu da TGRT'de Kurdoğlu serisinde yazmak mümkün oldu. Yücel abi çekti senaryomu. Yani bir zamanlar ustam olan, setinde, etrafında dolaştığım Yücel Çakmaklı bizim kendi senaryomuzu çekti."
"Peygamberimizin etrafına yaklaşabildiğim filmlerimi çok kıymetli bulurum"
55 yıllık yaşamınızda birçok dizi ve sinemanın senaryosunu yazdınız ya da yönetmenliğini yaptınız. İçlerinden bazılarını seçseniz, kariyerinizin en özel çalışmaları hangileriydi?
"Osmanlı ediplerinde, şairlerinde, yazarlarında bir adet var. O, beni de çok etkileyen bir gelenekti. Bütün büyük şairler, Nabiler, Nedimler, Şeyh Galipler, Mesneviler, ölümsüz dizeler yazar ama en güzel dizeleri, Peygamber Efendimiz için yazdıklarıdır. Yani sanatlarını, şiirlerini, edebiyatlarını, duygularını, Peygamber Efendimiz'e yazacakları naatla süslemek isterler. Benim de birçok filmim oldu. Diziler çektim. Yüze yakın televizyon filminin yönetmeni sayılırım. Bunların içerisinde Peygamberimizin etrafına yaklaşabildiğim, onun dönemine, duygusuna, ahlakına yaklaşabildiğim bir-iki denemem var. Onları çok kıymetli bulurum. Birisi 'Peygamberin Kılıçları', diğeri de Peygamberimizin Hazreti Ebubekir ile 14 günlük yolculuğunu, hicretini anlatan 'Hicret' filmi. Yani benim sinemamın naat dizeleri sayılır bunlar. Çok zayıf imkanlarla yapılmış olabilir bu filmler ama diğer filmler içerisinde ayrı yere koyduğum yapımlardır.
Yine bir manevi gerçekçilik çizgisi içerisinde, bu milletin beklediği, istediği bir duygu var. Bir irfan geleneğini, filmlerde, perdede yansıtmakla ilgili bir isteğim, arzum var. Bu muradımın gerçekleştiği filmleri de diğerlerinden ayırırım. Çünkü benim, 'Sadece bir aşk filmi yapayım, güzel olsun.' derdinden çok, 'Bu filmde, bu güzel aşktan başka ne anlattım, öteye nasıl geçtim? Bu insanların hakikat yolculuklarında belki kullanabilecekleri ufak bir azığı hayatlarına katabildim mi?' şeklinde bir derdim hep olmuştur. Bizim doğu edebiyatının çok kullandığı, mutlaka bir öğüdü, nasihati, ibreti, hikmeti olan bir tarafı vardır. Yani Bostan'da, Gülistan'da, Mesnevi'de, Hafız Divanı'nda, çok iyi biliriz ki şiir sadece şiir söylemek için değil, bir hakikati göstermek için de şiirdir. Bu yüzden bizim filmlerimiz de sadece film olsun diye değil, bir hakikati göstersin, bir hakikate, iyiliğe insanları yöneltsin arzusu içindeyim. Bu film bu yolculuğun kıymetli işaret taşları."
"Ahirette alacağım ödüller için de film yapıyorum"
Gişe rekorları kıran filmlerden ziyade, bir mesaj veren, iyiliği, güzelliği yayan filmlere imza atmak mıdır amacınız?
"Elbette ki alkışı, başarıyı, ödülü bekler sanatçı. Marifet iltifata tabidir ama biraz da illa hasılat rekorları kıran filmler, her yerde ses getiren, ödüller alan filmlerin dışında şu da benim hayatımın bir düsturudur, ben biraz da ahirette alacağım ödüller için de film yapıyorum. Ödülünü, karşılığını orada bulacağım filmler için de çabalıyorum. Büyük hasılat rekorları kıran filmler yapmayı kim istemez? İster elbette ama ben hasılat rekorları kıracak filmler yapayım diye duruşumu, istikametimi değiştiren bir insan olmak istemem. Çünkü değişmeyen bir şey vardır insanlarda. En kadim medeniyetlerden, en kadim topluluklardan bu yana iyiliği, merhameti ve paylaşmayı öneren her şey değerli olmuştur. Baktığımızda biraz da filmlerimizin böyle bir tarafı var. İyilik öyküleri, iyi insan olmak, erdemli, fedakar, merhametli olabilmekle ilgili, karakterleri bu duygular etrafında döndürmekle ilgili bir çabamız var."
Yerli ve milli değerlere vurgu yapıyorsunuz çalışmalarınızda. Sizin için bir eseri yerli, milli yapan hangi özelliğidir. Günümüzde özellikle sanat alanındaki çalışmalara dışarıdan bir gözle baktığınızda siz ne görüyorsunuz?
"Yerli ve milli olabilmek için illa kendi topraklarımızdan, kendi etrafımızdan hikayeler peşinde koşmamak lazım. Bugün dünyanın çok uzak ülkesinden yapılan insani bir şey, insanın fıtratını, mizacını, birtakım mecburiyetlerini, çabalarını anlatan filmler, belki bizim milli saydığımız bir sürü hasletten, manevi saydığımız birçok duygudan daha üstün bir etki yapabilir. İnsan fıtratına, mizacına, varoluş sürecine uygun işler olsun. Evet biz bugün Anadolu insanının bin yıldan bu yana bir dinle, kültürle, gelenekle bir arada oluşturduğu bir hayatın sorgulamasını filmlerimizde yapıyoruz. Ama bambaşka, çok uzak bir yerden de hatta Müslüman olmayan birisi de bazen çok milli, İslami duyuşta bir film yapabiliyor. Bu, sinema sanatının bize sonsuz lütuflarından birisidir."
İzlemekten en hoşlandığınız yapım türü hangisidir?
"Bütün sinema tarihi bugün elimizin altında. Yani bir dijital platforma girip sinemanın ilk ürünlerinden son ürünlerine kadar, sesli sessiz sinemada yapılan şaheserleri çok kolay biçimde ele geçirebiliyoruz. Bu hazine önümüze kolaylıkla açılabiliyor. Biz tabii filmleri seyretmekte bu kadar şanslı değildik. Sinemateklere gelinceye kadar biz sadece o kasaba sinemasında gösterilen filmleri seyrettik. Ama ben sinemanın altın çağı denilebilecek bir zamana da kavuştum zannediyorum. O da büyük çığır açan yapımların olduğu, sinemanın sinema olduğu bir zamandı ve devasa büyük yapımların üretildikleri zamandı. Arabistanlı Lawrence, Doktor Jivago, Bir Zamanlar Amerika, Bir Avuç Dolar... İtalyan sineması, dünyanın en büyük sinemasıdır bana göre. Sinemanın bir çağ sanatı olarak diğer sanatları da peşine takarak çığırlar açan bir sanat olarak altın çağındaki üretimlerini çok değerli buluyorum. Son zamanlarda sinemanın gittikçe bireyselleşen bir hale dönüştüğünü hatta 7. sanat olmaktan çıkıp, 8. sanata doğru gittiğini, heykel gibi, duvara asılan bir resim, bir hat levhası gibi soyutlaştığını düşünüyorum. Benim dolambaçlı mecram, biraz önce saydığım 1970li yıllardan başlayıp 1980li yıllara kadar süren, hem Hollywood’un hem dünya hem İtalyan hem Rus sinemasının büyük yapımlar verdiği ve sinemanın halkla iç içe olduğu zamanlar. Bakıyorsunuz ki o filmlerin önünde kilometrelerce kuyruk oluşuyor. İnsanlar o filmi bir daha başka bir yerde göremeyecekleri için kapı pencere kırarak seyrediyor. Ben o dönemleri seviyorum."
"Cüneyt Arkın daha çok Battal Gazi ve Kara Murat filmleriyle benimsendi"
Hollywood, Bollywood, İran, Kore, Balkan, İtalyan ve Rus sinemaları düşünüldüğünde, Türk sinemasını tüm bu diğer belirgin sinemalardan ayıran özellikler var mıdır? Dünyada daha dikkat çeken, evrensel yapımlara imza atmak için Türk yapımcı, senarist veya yönetmenlerin dikkat etmesi gerekenler nelerdir?
"Bütün dünya sinemaları, özellikle Hollywood, Bollywood, belki İtalyan sineması da 'yapımevi' sistemine dayanır. Türk sineması, Yeşilçam'ı kastederek bunu söylüyorum, kendi sinemasını kendi halkıyla, kendi imkanlarıyla var etmiş bir sinemadır. Yani bizim stüdyolarımız, yapımevlerimiz, uluslararası anlamda birtakım ticari ilişkiler içerisinde olan bir sinemamız yok. Bizim peşin parayla zor yapılan, daha çok bütçesini halkın tek tek aldığı biletlerle tamamlayan bir sinema geleneğimiz var. Halit Refiğ'in 'ulusal sinema' diye tarif ettiği, alınan her bilette sinemaya ortak olunarak bir sonraki filmin yapılması için cesaret ve yatırım imkanı sağlayan bir gelenekte olmuş bizim sinemamız. En belirgin özelliği bu. Diğerleri stüdyo sineması sayılabilir. İtalyan sineması böyle. Hollywood sineması zaten yapımevi stüdyo sineması. Bollywood da 3 aşağı 5 yukarı böyle. Balkan sinemasında belki benzer birtakım bağımsız kurumlar vardır. Kore sinemasını da çok bilmiyorum ama tipik anlamda söylüyorum.
Türk sinemasının kökünde böyle imece usulü sayabileceğimiz, seyircinin de daha filmin üretimine başlamadan evvel katıldığı bir durum, ayak sistemi denen bir sistem vardır. Ustalar benden iyi anlatırlar. Adana, Samsun, İzmir, İstanbul dahil 7 bölgeye ayrılmış bir Türkiye vardı. Daha senaryo, proje yok ortada ama bu bölgelerdeki sinema sahipleri, İstanbul'daki prodüktörlere, yapımcılara, yönetmenlere sipariş verirdi, 'Bana Türkan Şoray’la Kadir İnanır’ın iki filmini yap.' Yahut da 'Tarık Akan'la Filiz Akın'ın filmini yap.' diye. Bazen de özellikle Adana bölgesinden vurdulu kırdılı, avantür sayabileceğimiz siparişler gelirdi. Bunlar Yılmaz Güneyleri, Yılmaz Köksalları, Cüneyt Arkınları var etmiştir. Cüneyt Arkın sadece salon filmleriyle halkın içerisinde bu kadar benimsenmiş bir oyuncu değil. Daha çok Battal Gazi ve Kara Murat filmleriyle halkın içerisinde benimsenmiş, var olmuş bir sinema kahramanı.
Türk sinemasında (Yeşilçam'da) çok az film, bütçesi önceden ayarlanarak yapılmıştır. Bazı yapımcılar, kendi peşin paralarıyla film yapardı, senetle değil. Filmlerinin afişlerine bir gurur kaynağı olarak 'Bu film peşin parayla yapılmıştır, çekilmiştir' diye yazarlardı. Türk insanının, sinemayı böylesine destekleyen bir yanı var. Hiçbir zaman karşısında olmadı, sürekli destek oldu. 50 yıl, belki daha da uzun bir süre Türk sinemasının tek destekçisi Türk milleti oldu. Hiçbir fon yoktu. Hiçbir ortak yapım, yurt dışı pazarıyla ilgili bir şans, imkan yoktu. Sadece Anadolu insanının sinemaya gitme özlemiyle Türk sineması var oldu.
Sinemayı var eden evrensel bir duygudur yani filmlerdeki kahramanların ne kadar başka kültürlerde de var olduğuna bakmak lazım. İşin aslı güzel bir filmde güzel bir hikaye anlatabilmek ama bütün dillerde, kültürlerde, yaratılmış olan karakterlerin, senaryoların karşılığını bulacağı birtakım öyküler üretebilmek. Biz sinemaya başladığımız zamanlarda, 1950'li yıllarda, gerçekten de sınırları aşan yapımlar gerçekleştirildi. Mesela Lütfi Akad, Metin Erksan, 'Susuz Yaz', 'Gecelerin Ötesi', 'Yılanların Öcü' gibi filmlerle bugün baktığımızda evrensel sayılan bir meselenin etrafında çok döndüler ve çok başarılı işler yaptılar."
Yeni yapımcı ve yönetmenlerin nelere dikkat etmesi gerekiyor?
"Ben şu anda Türk sinemasını aslında İran ve Kore sineması gibi, dünyada kendini bulmuş, ifadesini artık rahatlıkla gerçekleştiren bir sinema olarak görüyorum. Bir zamanlar Metin Erksan, Lütfi Akad, Atıf Yılmaz, Duygu Sağıroğlu, hatta Zeki Ökten, Şerif Gören nasıl sinemayı sanatlarıyla yücelttiyse, bugün de Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu ve daha başka yönetmen arkadaşlarımız yaptıkları filmlerle Türk sinemasını sanatlarıyla dünyada yüceltiyor, var ediyor. Bu bakımdan sinemamız öksüz kalmış değil. Sadece geçtiğimiz dönem içerisinde festivaller ve yurt dışı pazarlarla ilgili deneyimlerimizin az olmasından kaynaklanan büyük yönetmenlerimiz ne yazık ki sınırlar içinde kaldılar. Eserleri hala büyüktür."
"Dijital platformlar yayıldıkça hayatımızı, kültürümüzü, itikadımızı, inancımızı da şekillendirecek şeyler olacak"
Dijital platformların öne çıktığı zamanları yaşıyoruz. Türk sineması ve dizileri de Netflix gibi platformlarda dünya izleyicisiyle buluşuyor. Sizce bu içerikler yeterli mi? Sunulan dünya, bu ülkenin kültürel kodlarıyla yabancılaşma yaşıyor mu?
"Bir zamanlar Hollywood sinemasının dünyada gerçekleştirmeye çalıştığı şey, Netflix ile başka türlü mecralarla Iphone ile, onunla bununla gerçekleşiyor. Bu, tek elden, tek gözden, tek dilden dünyayı idare etmekle ilgili bir konumda olanların başarmak üzere olduğu bir durum. Bu beklenilen bir sonuç. Bir zamanlar dünyayı sömüren, yeraltı kaynaklarını Afrika'dan, Asya'dan, Hindistan'dan, Güney Afrika'dan kendi ülkesine taşıyanlar, bugün Netflix gibi dijital mecralarla üretilen işlerle, 'telif' diyerek, yine bir zamanların petrol, yeraltı kaynaklarını aktardıkları gibi, şimdi yine bu üretimleri ülkelerine aktarıyorlar.
Bir zamanlar dünyayı nasıl filmleriyle Hollywood kültür olarak biçimlendiriyorsa, bugün de dijital platforma geçmiş Netflix biçimlendirecek. Çok tehlikeli birtakım ataklar, niyetler içinde olabilirler. Yani bir dizide, bir filmde artık LGBTİ'li, gay, lezbiyen yahutta başka birtakım alışkanları, seçimleri olan insanlar görmeye daha çok alıştırmaya çalışıyorlar. Neden? Çünkü toprakla, fabrikayla, üretimle işi bitti. Eskiden tarlalarda, fabrikalarda çalışacak insan lazımdı ona, Bu yüzden de nesil üretimini belki desteklemek anlamında birtakım planlar içindeydi. Bugün artık telif topluyor, komisyonculuk yapıyor. O yüzden de kendisine çalışacak adam lazım değil. Robotları koyuyor, yazılımları görevlendiriyor. Yüzlerce insanın çalıştığı tarlalar, fabrikalar, altın madenleri yerine, bir kişinin belki nezaret edeceği mecralar buldu kendine. Ondan, nüfusun ileride kendisi için, kendisini yok edecek bir tehlike olmasını önlemek için de azalmasını istiyor. Bundan dolayı gay'liği yaygınlaştırıyor. Çünkü erkek erkeğe ilişkide nesil yürümez. Lezbiyenliği yaygınlaştırıyor, sebebi belli. Bu tür niyetler içerisindeler. Bunlar da bir büyük tasavvur, büyük bir inşa gerçekleşiyor. Dijital platformlar yayıldıkça hayatımızı, kültürümüzü, itikadımızı, inancımızı da şekillendirecek şeyler olacak."
"Yusuf Suresi’nde bir senaristin örnek alması gereken her şey var"
Senaryo yazarken nelere dikkat ediyorsunuz ? Senaryo yazmanın inceliklerinden söz eder misiniz?
"Senaryo yazmak için Ömer Lütfi Mete rahmetli abimle de oturduk çalıştık, Tarık Buğra benim yeni yetmelik zamanlarımın ustasıydı. Ömer Lütfi Mete ile daha sonra da senaryoyla ilgili çalıştığımız zamanlar oldu. Ondan da öğrendim. Ömer Lütfi Mete, imam hatip mezunudur, senaryo eğitimi yoktur ama Türk sinemasında, Türk televizyonunda Deli Yürek, Kurtlar Vadisi gibi bir sürü büyük işin senaristliğini yapmıştır. Ona sorardık, 'Usta ya nereden öğrendin sen bunu?' Tabii yazarlık doğuştan bir iştir ama senaryo teknik bir mesele. O da diyordu ki, 'Ben senaryoyu Yusuf Suresi'nden öğrendim'. Hafızdı kendisi. Yusuf Suresi’nde bir senaristin örnek alması gereken her şey var. Çatışma, merak, insanların birbirleriyle ilgili kardeş bile olsalar hasetlikleri var. Başarı, çile, bir seyrü sülük, sonra bütün Doğu öykülerinde ve filmlerinde olması gereken, güzel bir son var. O kadar çile çektiler, ayrıldılar, hasetlik yaptılar, kardeşler birbirlerini yengeç sepetindeki yengeçler gibi yedi, bitirdi, ayrı düştüler. Bu süreçten sonra güzel bir finalle birleşmiş bir hikaye, bir kıssa var.
İşin aslı güzel bir hikaye anlatmaktır. Saati çalıştıran zemberektir, filmi çalıştıran da güzel bir hikayedir. Bu hikaye olmazsa siz istediğiniz kadar konuşun, kulağı başka yerden gösterin, elli tane karakter koyun; o duygusal hedefi, o zembereği koyamadıktan sonra omurgaya, hiçbir zaman iyi bir senaryo yazmış olamazsınız. Senaryoda çatışma olacak, gerilim olacak, insanın beklediği merak olacak ve bütün bunların ötesinde sevdiği bir kahraman olacak. Bir kahramanı var edebilirseniz, zaten arkası çorap söküğü gibi gelir."
Dünyayı etkileyecek güçlü bir yapım için bütçeniz ve ekibiniz olsa hangi filmi çekmek isterdiniz?
"Her şairin bizde bir arzusu, bir muradı vardı, Peygamber efendimizin bir seyirini, bir naatını koyarak sanatını taçlandırmaktı. Yani bakın Mimar Sinan en görkemli eserini, bir ibadethane yaparak gerçekleştirdi. Nabi, Fuzuli en görkemli eserini Peygamber efendimize yöneldikleri şiirlerle gerçekleştirdi. Bizim de hayatımızda prodüksiyon olarak problemsiz, yapım olarak olgun bir dönem rastlasa, ben de Peygamber efendimizin güzel ahlakını bütün dünyaya, son peygamber olarak anlatacağım bir yapım gerçekleştirmek isterdim. Ne savaş filmi, ne aşk filmi yapayım. Sadece insanların kıyamete kadar örnek alacakları ve dosdoğru razı olunan ve razı olunacak bir yolda yürümelerini, öğütleriyle, sünnetiyle gösteren bir peygamberin filmini yapmak isterdim."
"Kur'an'da yer alan altı hayvanın gizlerinden yola çıkarak 6 film yapacağım, ilki Karınca"
Farklı festivallerde seyirciyle buluşan "Karınca" filminiz aslında Nazif Tunç sinemasına giriş niteliğinde. Seyircinin dikkatini hangi yöne çekmek amacına yöneldiniz?
"Karınca filmi 4 yıl önce gönlümüze girdi. Karınca insana en çok benzeyen hayvanlardan biridir. Çalışma, gayret, disiplin, bir arada yaşamak, kentler kurmak bakımından insana benzeyen bir yaratık. Bu yüzden karıncanın fillerle, çekirgelerle mücadeleleri, Anadolu insanının da çok iyi bildiği ve anlatmaktan yılmadığı hikayelerdir. O karınca, filler sultanına, ağustos böceğine karşı mücadele eder. Bizim, karıncayı hikayemizin merkezine koymamızın başlangıcı şuydu. Kur'an-ı Kerim’de 6 sure hayvan adıyla anılır.
Bunlar Nahl, Fil, Bakara, En'am, Ankebut ve bizim filmini yaptığımız Neml suresi. Neml Suresi'nin 16-17. ayetlerinde Karınca Vadisi'ne Hz. Süleyman ordularıyla girer. Dişi bir karınca arkadaşlarına telaş içerisinde seslenir, panik içindedir. 'Kaçın, kaçın, saklanın, yuvalarınıza girin. Bir ordu geliyor ve bilmeyerek bizi ezerler ve yerle bir ederler.' der. Allahu Teala'nın karınca hayvanını, insan olarak bildiğimiz, tanıdığımızdan çok farklı bir temsille önümüze koyduğunu görüyoruz. Biz nasıl biliyoruz karıncayı? Çalışkan, gayretli, sabırlı, arkadaşlarıyla, çevresiyle uyumlu biliyoruz. Ama burada, bizim bildiğimiz, insanın gördüğü karınca temsiline göre tam anlamıyla farklı bir temsil var. Telaşlı, tedirgin, ölmekten korkan, yuvalarının dağılmasından endişe eden bir hayvan.
Memleket meselesi gibi bazı şeylerle ilgili, Karınca'da (Neml Suresi), bize iletilmek istenen birtakım gizler farkettiğimden, bu 6 hayvanın yer aldığı 6 tane film yapmak istedim. Karınca birincisi ve ilkinde dediğim özelliğinden dolayı ülkemizin geçirdiği, geçtiği dar boğazlardan, memleket insanlarının fedakarlıkları, vatan için, bayrak için, yuvaları için mücadelelerini anlatan film hikayesi geliştirdim. 'Karınca benimle geldi, benimle gidecek' ve 'Memleket sevdana yürek gerek' diyen, belki bizim Çanakkale’de belki İstiklal Harbi’nde belki 15 Temmuz’da çok sık görmeye çalıştığımız o Anadolu’nun tevhid ruhuyla, Allah’tan başka kimsenin önünde diz çökmeyecek, kimseye tabi olmayacak olan, 'La İlahe İllallah'tan başka hiçbir şey dememek için ölümü göze alan yiğitlerin hikayesinden birini gerçekleştirdim.
Yani biliyorsunuz bizim Anadolu insanı, hiçbir düzenin, emperyalist sömürücünün karşısında diz çökmemek, boyunduruğa vurulmamak için her zaman canını ortaya koymuştur. Bu tamamen Akif’in bütün Safahat eserinde, Çanakkale şiirinde, İstiklal Marşı’ında var ettiği ve çok iyi hamur ettiği o Anadolu insanının Allah’tan başkasına kul köle olmama ve boyunduruğa girmemekle ilgili kadim tevhid inancından kaynaklanan bir iş. Bizim filmimizin de ilk esasları bunlar. 4-5 yıldan bu yana film üzerinde, 2 yıl da senaryosu üzerinde çalıştık. Bütün Doğu eserlerinde gördüğümüz gibi, birtakım çatışmalar, çileler, ayrılıklar, mücadeleler olur ama en sonunda mutlaka güzel bir final, iyi bir son olur. Çünkü iyilik yolundaki insanı, iyi bir sondan başka hiçbir şey beklemez."