Zeki Müren'in ilk ve en büyük aşkı bir subaydı!
Türk müziğinin efsane sesi Zeki Müren'in hayatıyla ilgili hiç bilinmeyen anılar ve fotoğraflar Radi Dikici'nin 'Zeki Müren' isimli kitabında ortaya çıktı. Kitapta en dikkat çeken anılardan biri de Zeki Müren'in "Allah bana bir daha öyle aşk nasip etmesin. Çünkü bu kalbim dayanamaz aşkın öylesine" dediği 1960'ların başında yaşadığı aşk ilişkisi...
Radi Dikici'nin kaleme aldığı yeni kitabı "Zeki Müren" Remzi Kitabevi etiketiyle okurla buluştu. Oda TV'de yer alan yazıya göre, neredeyse tümü ilk kez gün ışığına çıkan fotoğraf ve belgeler Dikici'nin çalışmasıyla ilk kez yayımlandı.
'UHREVİ BİR AŞK YAŞADIM'
Zeki Müren'in, kendisine sorulan “Hiç âşık oldunuz mu?” sorusuna, "Evet âşık oldum. Bir kez. 61 yılında başlayan uhrevi bir aşk" diye cevap vermesi nedeniyle ilk ve tek aşkı olarak kabul edilen o isim bir subaydı... Dikici'nin çalışmasında o subayın bilinmeyen öyküsü Müren'in severleriyle buluştu...
İŞTE KİTAPTAN ÖNEMLİ SATIR BAŞLARI
İşte Dikici'nin kitabındaki "O Bir Kez Aşkla Kavruldu" başlıklı o bölümden öne çıkan kısımlar:
"Onun çocukluğundan beri bir ideali vardı. Subay olacaktı. Ama farklı bir dalda. Ailesi güneyden İstanbul’a göçmüştü. Büyüdükçe idealine doğru yürümeye devam etti. Her basamağı rahatlıkla atlayıp geçti. Önce Hava Harp Okulu’na girmek istiyordu. Başardı. Ama bu da yeterli değildi. Uçmak istiyordu. O görev için seçilenler arasında olmak oldukça zordu. Tüm yapılan testler sonunda pilot olması uygun bulundu. İdealine kavuşmuştu. Sonraki eğitimlerde de çok başarılı idi.
Uzun boyluydu. Açıkçası çok da yakışıklıydı. Kız arkadaşı bulmakta hiç zorlanmamıştı. Adı da görev aldığı yerlerdeki hanımlarla yaptığı kaçamaklar nedeniyle çapkına çıkmıştı. Ama o çok dikkatliydi. Asla bu konuda dikkat çekici bir yanlışlık yapmamıştı. Aksi halde mesleğinden olabilirdi.
Artık üsteğmen rütbesine ulaşmıştı. Ailesi içinde zaman zaman onun evliliği konuşuluyordu. Ailesi ona evlenmesi için bazı yakın ailelerin kızlarını tanıştırıyordu ama o, âşık olacağı birini bulmadan evlenmek istemiyordu. İstanbul’a oldukça yakın bir yerde görev almıştı. Hafta sonlarında ailesinin yanına geliyordu. İyi bir ailenin evladı, son derece düzgün bir insandı.
ZEKİ MÜREN’İN SESİNE ÂŞIKTI
Bir zaafı daha vardı. Zeki Müren’in sesine âşıktı.
(...) Zeki Müren’in sesine âşık olduğu için, Zeki Müren’le tanışmak onda bir saplantı haline gelmiştir. Bunun için her şeyi yapmaya razıdır. Ama Zeki Müren’e ulaşmanın mümkün olmadığını da anlamıştır. Vazgeçmez. Araştırır. Sonunda bir arkadaşı ona Zeki Müren’in her akşam Cihangir Saunası’na gittiğini haber verir.
O hafta sonunda İstanbul’a gelince saat 17.00 sularında saunaya gider. Ortam gerçekten farklıdır. İstanbul’un kalburüstü insanları saunadadır. Ama aralarında Zeki Müren yoktur. Bir saat kadar oyalanır. Onu göremeyince tam giyinmiş çıkarken Zeki Müren çıkagelir. O da tekrar soyunarak Zeki Müren’in yanına gider. Kendisini tanıtır. Sırf onunla tanışmak için saunaya geldiğinden bahseder. Ama Zeki Müren onu görür görmez o kadar beğenir ki, anında âşık olur. Ancak böyle bir şey Kürşat Bey’in aklının köşesinden geçmediği için, o çok sevdiği sanatçıyla bir araya geldiği için mutludur. Ertesi cumartesi için yine sözleşirler. Zeki Bey, Kürşat Bey’in de kendisine âşık olduğuna emindir. Bu nedenle ilk defa kuralını bozarak onu eve davet eder. Aralarında o sıralar herhangi bir ilişki söz konusu değildir. Farklı duygular vardır ama birbirlerine şimdilik platonik anlamda bağlı gibidirler.
BAŞLANGIÇTA PLATONİKTİ
Berrin Hanım bu büyük aşkın şahididir: “Bu çok büyük bir aşktı. O Kürşat Bey’i, Kürşat Bey de onu sevdi. Temelde ve başlangıçta platonikti. Geceleri gazinodan çıkınca yağmur çamur demiyorlardı. İki sevgili gibi sabahlara kadar dolaşıp geç saatte eve geliyorlardı. Kürşat Bey o hafta gelememişse, Zeki Bey çıldıracak gibi oluyordu. Gece yarısı arabaya binip yola çıkıyor, Kürşat Bey’in birliğinin olduğu kasabaya gidiyorduk. Kaç kez oraya gittik hatırlamıyorum. Sonunda ben orada bir ev kiraladım. Ama evi kiralamak bir sorunu da beraberinde getirmişti: Zeki Bey’in görüldüğünde tanınmaması mümkün değildi. Peki eve nasıl girecekti o zaman? Sonunda çözümü yine kendisi buldu. Siyah kadın çarşafı aldık. Evde ilk defa çarşafı giyip özellikle kırıtarak yürüyerek, ‘Ayol benden daha iyi kadın mı olur,’ deyince gülmekten yerlere yattık. O, çarşafı giyip arabanın arkasına geçiyordu. Kasabaya giriş için tenha saatleri seçiyorduk ve Zeki Bey’i arka koltuğa yatırıp üstünü örtüyorduk. Sonra Kürşat Bey geliyordu.
İşin enteresan tarafı, hafta sonunda Kürşat Bey İstanbul’a gelecekse Zeki Bey adeta deliriyordu. Her dakika saatine bakıyor, ‘Bak hâlâ gelmedi, acaba başına bir şey mi geldi, acaba hayatında bir kadın var da beni mi kandırıyor,’ diye evde dört dönüyordu. O yıllar benim için de zor geçti. Birçok şeyi idare etmekten çok yoruluyordum. Cumartesi günleri kâbustu. Çünkü söz verdiği halde Kürşat Bey gelmezse onu sahneye çıkarmak bayağı zor oluyordu. Tabii çıkardı. Ama çıkana kadar anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirirdi. (...)
BÜYÜK BİR SARHOŞLUK İÇİNDE YAŞADIM
Şimdi Zeki Müren’in bu aşk hakkında anlattıklarını kendisinden dinleyelim.
Mete Akyol’la Hafta Milliyet gazetesi için 1987 yılında bir söyleşi yapar. Bu söyleşi 7 gün süreyle gazetede yayınlanır. Üçüncü gününde Mete Akyol şöyle bir soru sorar:
“‘Peki sizce kara sevda nedir? Zeki Bey?… Hani sırılsıklam tabir edilir ya… Hiç böylesine âşık oldunuz mu? Sırılsıklam?’
… Zeki Müren, bu sorumuz üzerine çok ağır biçimde ilerlemeye başladı (yıl sayımı yapar). Anılarının arasında ve… Gitti gitti 1962 yılına gelince durdu.
‘Ben sekiz sene, 1962’den 1970’e kadar, büyük bir sarhoşluk içinde bir aşk yaşadım. Allah bana bir daha öyle aşk nasip etmesin. Çünkü bu kalbim dayanamaz aşkın öylesine. O günlere dönüyorum, düşünüyorum da… O nasıl bir çileymiş. Acılı bir yemek gibi. Yemeğin acılısını bilmiyorum ama, aşkın acısını tattım, aşkın acısını çok iyi biliyorum. Düşünemiyorum, hayatta öylesine bir aşka ikinci kez katlanabileceğimi. Onun için, âşık olmak için değil, olmamak için Tanrı’ya yalvarıyorum. Çünkü aşkın yaşı yok. Hem sonra insan çiçeği de sevmeli, güzel renkli kelebeği de sevmeli, güzel kanaryayı da sevmeli, güzel bir denizi de güneşli bir günü de sevmeli, belki yağmurlu bir günde de yaratan varlığı sevmeli. Yani Yunus Emre’nin felsefesine tapıyorum.’
‘Şayet söz etmek istemiyorsanız o sekiz yıllık sevginizi unutabilirim. Fakat biraz daha açıklamanızda özel bir sakınca yoksa acaba bu sevginizi biraz daha…’
‘Asla… Neden sakınca olsun. Açıklayayım. Güzel bir sevgiydi. Şarkılarımı, şiirlerimi yalnız onun için düşünüyordum. Sonra çok uzaklara Kanada’ya gittiler. Ailece gittiler. Gözden uzak olursa gönülden de ırak olur sözüne yeni yeni inanıyorum. O yokluğun etkisinden kolay kolay kurtulamadım. Beni bir hayli etkilemişti. Sahnede duygulanıp, gözyaşı dökerek okuduğum konserleri hatırlıyorum da… Duygularım yine canlanıyor, tüylerim yine diken diken oluyor ama, o günler her şarkımda onu görüyordum. Düşününüz… Karşınızda on bin kişi var ve siz sadece bir kişi için okuyorsunuz, sadece o bir kişiyi düşünerek, çökerek okuyorsunuz. Amma on bin kişiyle aranızda elektrik olayı doğuyor, o on bin kişi de sizle birlikte oluyor, o bir kişiye söylenen şarkıyı sizin adınıza onun için alkışlıyor. Alkışlanan sanki ben değildim de hayalimdeki o varlık idi… O olaydan sonra bestelerim yavaşladı, azaldı… O günlerdeki bestelerimin güzelliğine tekrar varamadım…’”
"MALUM SORU"YU SORMAK
Mete Akyol’u gazetesi esasında tek bir amaçla göndermiştir Bodrum’a… Cinselliğiyle ilgili o “malum” tek kelimeyi ağzından almak için. Bunu sorması için ona açık çek vermişlerdir.
Söyleşinin sonuna sonradan eklediği bölümde Mete Akyol şöyle anlatıyor:
“Sorum dediğime bakmayın… Aslında o soru benim değil o günlerdeki yöneticilerindi. Bana, ‘ Bak ağabey, randevunu ne güzel aldın ve röportaj sürenizi de Zeki Bey’le birlikte ne güzel on beş günlük süreye yaydınız, planladınız’ dediler… ‘Senin özellikle bu soruyu sormanı, ona bugüne kadar kimsenin soramadığı soruyu sormanı özellikle rica ediyoruz… Bu soruyu bir araya sıkıştır…’
Onun çok sevdiği Bardacık koyunda her gün öğleden sonra belirli bir saatte buluşuyorduk ve… ben sorularımı soruyordum o anlatıyordu… Ve bir noktaya geliyorduk ben o ‘malum’ sorumu soramıyordum, doğal olarak o da ‘malum’ konuda hiçbir şey anlatmıyordu.
Çok zor geldi bana, o ‘malum’ soruyu sormak…
…Sıkılarak konuştuğumu, iki kelime arasında özür dilediğimi, kem küm ettiğimi ve yüzümün meğer kıpkırmızı olduğunu görünce, sormaya çabaladığım soruyu, sormama gerek kalmadan anladı Zeki Müren. ‘İstanbul’daki arkadaşlarınız cinsel tercihim konusunda görüşlerimi de merak ediyorlar galiba, değil mi Mete Bey,’ dedi. Ertesi gün buluştuğumuzda oldukça uzun bir açıklamada bulundu.”
O uzun açıklamanın iki cümlesi tüm anlattıklarını özetlemektedir:
“‘Aslında dört duvar arasında kalan ve topluma, insanlığa zarar getirmeyen insan özellikleri, menfi olarak eleştireceği yerde özel hayata saygı duyulup, normal olarak kabul edilmelidir… Dört duvar arasında kalan özellikler ki bunlar Tanrı’nın çizdiği kader ve yaratıcılıkla ilgilidir, kişinin yalnız ve yalnız kendisini ilgilendirir.’”
Mete Akyol’un aldığı cevap bundan ibarettir. Zeki Müren, adı gibi üstün zekâsıyla, aslında Mete Akyol’a her şeyi açıklamıştır. Ama o günün şartları içinde Mete Akyol’un veya herhangi başka bir kimsenin bilemeyeceği ayrıntılar vardır. Bunlar olmadan, Zeki Müren’in ifadesinin çözülebilmesi imkânsız olmuştur. (...)